Osmanlı Toplumsal Yapısı ve Sivil Toplum / Doç. Dr. Ahmet Cihan - Doç. Dr. İlyas Doğan
I. Klasik Osmanlı Sisteminin Sosyal Örgütlenme Modeli
Bu bölümde sivil toplum konusu kendi tarihsel arkaplanımızla birlikte ele alınacaktır. Türkiye'nin toplumsal yapısının ve siyasal sisteminin Osmanlı toplumsal ve siyasal sisteminin derin izlerini taşıdığını söylemenin, bilinenin yeniden tekrarı olduğu muhakkaktır. Gerçekte Türkiye'de tarihsel geçmişten soyut olarak bir sivil toplumdan söz etmek zor gözükmektedir. Osmanlı toplumunda, sivil toplum olup olmadığından çok, sivil toplumun günümüzdeki anlaşılan özelliklerin benzer sosyal, ekonomik ve düşünsel yapıların olup olmadığının sorgulanması gerekir.
Ekonomik güç olmadan toplumun devlet karşısında özerkleşemeyeceği, ona karşı bir direnç oluşturamayacağı ortadadır. Bu nedenle Osmanlı toplumundaki genel örgütlenme şeması verildikten sonra ekonomik yapı incelenecektir. Bunu yapmakta amaç Batı'da sivil toplumun doğuşunu hazırlayan ekonomik ilişkilere Osmanlı toplumunda ne oranda rastlanabildiğidir.
Batı Avrupa'da sivil toplum gelişiminde belirleyici unsurların başında kentlerdeki ekonomik örgütlenmenin değişime uğraması gelir. Bu nedenle Osmanlı Devleti'nin modernleşme öncesi esnafların örgütlenme biçimi incelenecektir. Burada ekonomik üretimi yürüten loncaların, merkezi otorite karşısında bir özerk alan oluşturup oluşturmadığı incelenecektir.
Osmanlı toplumunda gayrimüslimler kendi yaşam biçimlerini devlet otoritesini zedelememek koşuluyla sürdürebilmekteydiler. Aynı zamanda Müslümanların bir kısmı da tarikatların etkisindeydi. Tarikatların farklı yaşam biçimleri oluşturan insan gruplarını bir arada toplaması nedeniyle incelenmesi gereklidir. Aynı zamanda tarikatlar toplum içindeki yaygınlığı ve toplumsal muhalefetin yoğunlaştığı oluşumlara dönüşmekteydi. Bu açıdan bir sivil toplum örgütü olarak değerlendirilebilir.1 Tarikatlar zaman zaman merkezi otoriteyi tehdit edebilmekteydi.
Osmanlı toplumsal yapısında devlet müdahalesine belirli oranda kapalı bir alan da vakıf kurumudur. Bu kurum, günümüzde sivil toplum kuruluşu denince akla gelenlerden biri olan gönüllülüğe dayalıydı. Ne var ki vakıfların çoğu devlet denetiminden mal kaçırmak amacına yönelikti. Vakıf kurumları bir insan topluluğu oluşturmaması nedeniyle bu çalışmanın sınırları dışında bırakılmıştır.
Bir toplumsal yapıda sivil toplum öğelerinden söz edebilmek için sadece ekonomik yapı ve toplumsal örgütlenme değil zihin dünyasında böyle bir yapılanmaya uygun fikirler bulunup bulunmadığı da önemlidir. Bu nedenle bilim ve düşünce üretmesi beklenen medreseler ve bilim dünyasının durumunu da gözden geçirmek gerekir. Osmanlı toplumundaki batılılaşma öncesi durum saptandıktan sonra günümüzde sivil toplumu irdelemek daha kolaylaşacaktır.
Osmanlı devleti, 14-16. yüzyıllardaki tedrici gelişimi içinde oluşan ana vasıfları ile "klasik" diye nitelenen hüviyetinde, 19. yüzyılın ilk yarısına kadar köklü bir değişiklik geçirmeden yaşadı. 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren giderek hızlanan değişmelerle, bu "klasik" diye nitelenen kimliğinin birçok unsurları ortadan kalktı. Buna karşılık birçok yeni unsurlarla beslenen yeni ve değişik bir kimlik kazanmaya başlayacaktır.2
Osmanlı toplumu, mutlak egemen, patrimonyal bir hükümdara bağımlı iki büyük zümreden meydana geliyordu: Düzenli ordu mensupları, saray ve bürokrasi, ilmiye mensuplarının tamamı Padişahın otoritesini temsil eden askeri sınıfı oluşturuyordu. Üretimle uğraşan ve vergi veren müslim, gayrimüslim ve bütün halk grupları ise reaya zümresi olarak adlandırılırdı.3 Gayrimüslimlerin hukuksal statüsü zımmî olarak adlandırılırdı. Bunlar kamu görevi üstlenemezler ve buna karşılık vergi ödemekle yükümlü tutulurlardı.
Klasik Osmanlı sisteminin temel kaygısı, vergi kaynaklarını korumak ve azamiye çıkarmak olduğundan, kamu bayındırlık işleri, eğitim-öğretim ve benzeri sosyal faaliyetler, genellikle vakıflar aracılığı ile yerine getirilmekteydi. Siyasal otoriteyi temsil edenler, Osmanlı merkezi yönetiminin egemenliğine giren gayrimüslim grupları ve onların mevcut kurumlarını olduğu gibi muhafaza etmiş, bunların iç işlerine müdahale etmemiştir. Devleti temsil edenler, kentleri ve mahalleleri değil, sadece pazarı düzenlemeye gayret etmişlerdir.4
Klasik Osmanlı sisteminde, üreten sınıflarla devleti temsil eden birimler arasında teması sağlayan spesifik bir kurum bulunuyordu. Reaya zümresi içerisinde yer alan her grup, yerleşim birimi, etnik ya da dini cemaat, kendi temsilcisini, Osmanlı literatüründeki adıyla "kethüda"sını seçme hakkına sahipti. Örneğin metropolitler bir araya gelerek patriği seçme hakkına sahipti. Padişah da ona berat verdiği zaman, O, resmen gayrimüslim cemaatle devlet arasında aracı, yani o cemaatin temsilcisi sayılıyordu. Kethüdalık, devlet ile cemaatler arasında iletişimi sağlama fonksiyonunun genel ifadesidir. Her grup kethüdasını seçer, padişah da ona otorite sağlar.5
Osmanlı Devleti çok dinli bir imparatorluk olması nedeniyle diğer din mensuplarının örgütlenmesine izin vermiştir. İstanbul'un fethi sonrası Ortodoks Kilisesi'ne -Papalık karşısında bir politik araç olacağı düşüncesinin de etkisiyle- ayrıcalıklar tanınmıştır. Bu ayrıcalıklar Ortodoksların dini liderliğinin İstanbul Fener Rum Patrikhanesine verilmesi, dinsel ayin ve örgütlenme hakkının güvence altına alınmasıdır. Fatih döneminde Yahudiler de "millet" olarak tanınmış, ayrıca Ermeni Patrikliği'nin kurulmasına izin verilmiştir.6
Aynı şekilde, Yeniçeri Ocağı'nın padişahla ve diğer siyasal otorite ile temasını sağlayan bir yeniçeri kethüdası vardı. Esnaf da kendi üyeleri arasından bir kethüda seçer; o kethüda,7 siyasal otorite ile, yönetimle esnaf birlikleri teşkilatı adı verilen "lonca" arasındaki vergi ve diğer düzenlemeleri görüşerek karara bağlardı. Her mahallenin ayrı kethüdası bulunuyordu. Kethüdalık kurumu daha sonra muhtarlığa dönüşecektir.8
Farklı Müslüman etnik gruplar kendi içinde yarı özerktirler. Osmanlı Devleti, aşiretleri küçük cemaatlere ayırmış ve her cemaatin başına temsilci olarak bir kethüda tayin etmiştir. Bu anlamda, Osmanlı Devleti bir şemsiye devlettir. Bu şemsiyenin altında farklı sivil topluluklara yer verilmiştir. Osmanlı Devleti, bu grupların teşkilat ve örgütlenme biçimlerini muhafaza edip geliştirmeyi tercih etmiştir. Ele geçirdiği yerlerde önceki hukuksal statülere fazla dokunmamıştır. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti'nin, sivil idareye sahip bütün grupları desteklediği öne sürülebilir. Siyasal otorite, patrikliğin ve esnaf teşkilatlarının iç işlerine müdahale etmemiştir. Bir başka ilginç örnek ise aşiret örgütlenme biçimidir.
Osmanlı merkezi otoritesi, Güneydoğu'da aşiretlere hiç karışmamış, onların "bey" olarak tanıdıkları ileri gelenlerini kethüda gibi kabul etmiştir. Devlet, beylere, kendisine bağlı olan grup veya kitlenin adetlerine göre aşiretleri idare etme olanağı tanımış ve buna karşılık onlardan gerektiğinde belirli sayıda askeri hazır bulundurmasını talep etmiştir.9
Bu açıdan, Osmanlı Devleti, Max Weber'in tanımladığı anlamda, geleneği izleyen patrimonyal bir devlettir. Geleneksel kurumları ve değerleri kanunlarla muhafaza etmek Osmanlı Devleti'nin temel politikasıydı. Bununla beraber, geleneğin devam etmesinin temel koşulu, padişahın otoritesine ve gelir kaynaklarına zarar vermemesiydi.10 Söz konusu yarı özerkliğe dokunulmaması bu koşula bağlıydı.
Osmanlı hukuksal sisteminde dini cemaatler medeni hukukun geçerli olduğu bir alan olarak kabul edilmekteydi. Bu nedenle azınlıklar aile hukuku, borçlar hukuku, ticaret hukuku, miras gibi konulardaki uyuşmazlıklar ve düzenlemeler azınlık cemaatlerinin kendi özel alanı olarak kabul edilmiştir. Osmanlı sisteminde mezhep ve dinsel farklılık hoşgörüyle karşılanmıştır. Ancak bu hoşgörü kamu düzenini tehdit ettiği düşünülen mezhepler için söz konusu değildi. Farklı mezheplere hukuksal meşruluk tanımak merkezi siyasal otoriteye rakip olma potansiyeli taşımamak koşuluyla mümkündü.11 Bundan dolayı Yavuz döneminde İran'la girişilen siyasal mücadelede Aleviler Osmanlı otoritesi için bir tehlike olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle Sünni İslam yorumuna dayalı yönetim, Musevi ve Hıristiyanlara gösterdiği hoşgörüyü heterojen İslâmi mezheplere hiçbir zaman göstermemiştir. Bu anlayışın Osmanlı Devleti'nin sürekli ve istikrarlı bir politikası olduğu söylenebilir.
Osmanlı merkezi otoritesi, kendi çıkarı ve gayesi için çeşitli etnik ve dini cemaat ve grupları, sosyal hareketleri, sosyal kurum ve organizasyonları kendi üstün iradesine tabi kılmayı amaçlamıştır. Kendi otoritesine karşı koyan, vergi gelirlerine zarar veren mahalli örgütlenme ve teşkilatlanmaları bertaraf etmekte tereddüt göstermemiştir. Örneğin, 18. yüzyılda, taşrada ayanların ortaya çıkıp merkezi otoriteyi tehdit etmeye başlaması, "Devletin hikmet-i vücudunu terk etmesi", şemsiyenin kırılması anlamına geliyordu. Çünkü ayan mahalli güç kaynaklarına hakim olmaya başlamış ve taşra halkı artık korunmayı ayandan bekler hale gelmiştir. Bu nedenle etnik ve dinsel ayrılıkçı unsurların ve ulus devlet bilincinin önce İmparatorluğun Avrupa topraklarında yaşayan reaya arasında ortaya çıkması bir tesadüf değildir. 12
Osmanlı Devleti'nin kuruluş devirlerinde, Anadolu'daki nüfusun önemli bir bölümünün göçebe olduğu gerçeği tespit edilebilir. Doğu Rumeli'de, Dobruca'da çok kuvvetli göçebe yörük yerleşim alanları bulunuyordu. Batı Anadolu bölgesinde ise göçebe ve yörük halkın nüfusu zaman zaman %15'e kadar çıkıyordu. Bunların yaşayış tarzları, merkezî otorite ya da siyasal gücü elinde bulunduranlara bakışları, sosyal-ekonomik gereksinimleri kent halkından ve köylüden çok daha farklıydı. Yerleşik düzene geçen tüm kentli ve köylü nüfusu devletin himayesine şiddetle gereksinim duymaktaydı. Köylü, kırlarda, her zaman eşkıyanın güç tehdidi altında bulunan bir topluluktu. Kentler ise surlarla çevrili ve nispeten daha emin bir konumdaydı. Bu nedenle köylü, kuvvetli, iradesini, emrini icra edebilen bir merkezi otoritenin her zaman himayesini sağlamasını isterdi. Onun için merkezi otoriteyi, kendi emniyeti için olmazsa olmaz şart olarak görür. Bu âdeta devletin politikası ile köylünün ihtiyacı arasında bir meşruluk bağıdır.13
Merkezi devlet kurulduğunda bütün gelir ve güç kaynaklarını kendi kontrolü altında tutmak istemiştir. Daha sonra siyasal otorite aşiretlerin tüm potansiyelini de kendi denetimi altında bulundurmaya yönelmiştir. Bunun için tahrir eminleri tayin ederek, vergiye esas teşkil etmek üzere değişik bölgelere dağılmış bulunan aşiretlerin tüm nüfus, gelir ve mal varlığı tespit ettirilmişti.
Osmanlı ekonomisinde, emeğe en az toprak kadar ihtiyaç duyulmuştur. Devletin, vergi kaybı anlamına gelecek bir teşebbüsle, fetih yoluyla kendi topraklarına kattığı ülkelerden yerleşik halkı toplayarak imparatorluğun bir başka bölgesinde çalıştırması düşünülemezdi. Bu sebeple devlet, göçebe-Türkmenleri bir emek havuzu olarak kullanmıştır. Kamu binalarının inşasında, yeni köprülerin yapımında, çeşitli madenlerin işletilmesinde, pirinç alanlarının ekim ve hasat edilmesinde, tuz çıkartılmasında ve benzeri yerlerde yörüklerin iş gücünden yararlanılmıştır. Bu da bir nevi esaretti Türkmenler için. Bu nedenle, en eski zamanlardan beri zaman zaman Türkmen-Yörük halklar merkezi otoriteye karşı reaksiyoner tutum ve tavırlar sergilemişlerdir.14
Osmanlı toplumu iç dinamikleri bakımından her zaman uyumlu değildi. Yönetici zümreler ile reaya arasında daima bir çıkar çatışması mevcuttu. Zaman zaman gizli bazen de açık olarak gerçekleşen çatışma, söz konusu üretken zümreyi teşkil eden gruplar ile devlet veya devlet otoritesini temsil eden kişi ya da kurumlar arasındaydı. Devlet, askeri zümrenin bizatihi kendisiydi; devletin çekirdeği olarak milletten veya milletin iradesinden, ülkesinden söz etmek mümkün değildi. Ülke ve reaya, devlete hizmet eden, bağımlı araçlar durumunda idi. Devlet hanedandan, hanedan ise iktidardan ibaretti.15
Osmanlının sosyal yapısı ile siyasal yapısı arasındaki ilişkileri ele almaktaki amaç toplumsal örgütlenmenin genel bir profilini çıkarmak ve bu sosyal yapıda egemen olan ekonomi ruhunun daha kolay anlaşılmasını sağlamaktır. Bu takdirde Osmanlı toplumunda, sivil toplumun özelliklerinden olan, devlet karşısında özerk insan grupları ve ekonomideki ilişkilerin yürüyüş biçiminden hareketle bir sivil toplumdan analitik olarak söz edilip edilemeyeceği konusunda bir kanaat oluşabilecektir.
II. Osmanlı Ekonomik Dünya Görüşü
Devletin veya onu temsil eden ajanların hedef veya çıkarları arasında, ilk sırada, fazla gelir elde etmek, diğer bir ifadeyle vergi toplamak geliyordu. Siyasal otoritenin ikinci derecedeki hedefi bu vergi kaynaklarını azamiye çıkarmaktı. Sivil toplum unsurlarını bünyesinde barındırdığı düşünülen reaya sınıfına nizam vermek; kendi ekonomik ve sosyo-politik maksatları doğrultusunda onu organize etmek de Osmanlı yönetimini en çok meşgul eden konulardandı. İşte, çıkar çatışmaları da tam bu noktada başlıyordu.
İpekli lüks kumaş ve diğer malların kalite ve ücreti konusunda askeri zümre mensupları ile reaya arasında yaşanan çatışmanın ilginç bir örnek olduğu düşünülebilir. Aldığı lüks ipekli kumaşların kalitesinde herhangi bir düşüşü kabul etmeyen askeri sınıfı tatmin için malların kalitesini tayin etmek üzere ihtisab kanunları çıkarılırdı. Dolayısıyla devlet ipekli lüks giyim eşyasının pazar ve üretimini kontrol altında tutardı. Siyasal otorite, çıkardığı kanunla kaliteyi, halkın alacağı gibi değil askeri zümre mensuplarının alacağı düzeyde tutabiliyordu. Yani devlet, ekonomik kuvvetlerin, pazarın genişlemesi için normal olarak getirdiği gelişmelere karşı askeri zümrenin çıkarlarını gözeten kısıtlamalar getiriyordu.16 Kuşkusuz böyle bir politika ekonomiyi sıkı denetim altında tutmayı zorunlu kılmaktaydı. Batı'da olduğu gibi yeni uçsuz bucaksız kıtalar keşfedilmediğine göre ihtiyaçların tatmini ancak eldeki ekonomik imkanlarla düzenlenmek zorundaydı. Bu zorunlu düşünüş tarzı kendi kendine yeten bir ekonomi anlayışını zorunlu olarak dayatıyordu. Bütün sorun devletin gelirlerini sağlayan ekonomik yapıyı kontrol edebilmekti. Bu amaçla Osmanlı Devleti'nin ekonomi anlayışında belli ilkelerin egemen olduğu görülür.
Osmanlı Devleti'nin ekonomik hayatla ilgili kararlarında 1500 ile 1800 yılları arasında etkili olduğu düşünülen ve Osmanlı ekonomik dünya görüşünün temel unsurları arasında sayılması gereken başlıca üç ana ilke tespit edildiği bilinmektedir. Bunlar iaşe (provizyonizm), gelenekçilik ve fiskalizmdir.