Keşfet

Osmanlı İmparatorluğu'nda Bilimsel Faaliyetler / Dr. Avner Ben - Zaken

Linux

Yaşlı Kurt
Katılım
14 Şub 2021
Mesajlar
3,707
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Konum
istanbul
Osmanlı İmparatorluğu'nda Bilimsel Faaliyetler / Dr. Avner Ben - Zaken


Bilim tarihinde, entelektüel gelişimin sebepleri üzerine uzun ve hâlâ sonuca ulaşamamış bir tartışma sürüp gitmektedir. Kimi bilim adamları Bilimsel Devrim'in temelde devrimci düşünce modellerinin ortaya çıkmasının bir sonucu olduğunu ileri sürerken, diğerleri seküler ve orta sınıf kültürünün bu devrimi ateşlemedeki rolünü vurgulamayı tercih ederler. Bu tartışmaya katılanlardan çok azı devrimi sosyo-ekonomik bir bakış açısından değerlendirmek eğilimindedirler.

İslam bilimi tarihçileri, erken modern dönemde Avrupa biliminin, İslam dünyasının başarılarının çok ötesinde ilerleme kaydetmesini dikkate alırken, iki temel yaklaşımdan birini seçmeye yöneldiler. Bazıları, İslam dini ile felsefe arasındaki sıkı bağlantıların bilimi rehin aldığına inanmaktadır. Bu açıklama, Osmanlılarda on yedinci yüzyılda başladığı söylenilen kültürel, politik ve ekonomik kurumların yozlaşmasının 'Osmanlı İmparatorluğu'nun çökmesine' neden olduğu yönündeki hâkim olan fikirden gelmektedir. Bu çöküş, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasıyla neticelenmiştir. Diğer araştırmacılar, biraz Whig yanlısı olan çöküş teorisine tepki gösterip, İslam fikir hayatının on altıncı, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllardaki dinamizmini vurguladılar. Esas gaye, Orta Çağdaki bilimsel gelişmeyi, bilimsel metotları ve bilimsel kurumları yüzyıllar itibarıyla ayrıntılarıyla tanımlamaktı ve Bilim Devriminden sonraki çağlarda da bunların geçerliliğini koruduğunu göstermekti. Modern bilimin erken dönemde büyük ölçüde İslam biliminin başarıları üzerine tesis edildiği kabul edildiği müddetçe, hiçbir gerilemenin olmadığını ileri sürmek oldukça makuldür. Gerçekten, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllar boyunca İslam bilimi yeniden canlanmıştı. Bu her iki ekol, büyük ölçüde fikri ve kültürel alanlardaki tarih yazmalarına dayanmışlardı ve böyle yapmakla onların İslam bilimini sosyoekonomik çevreden soyutladıklarını söylemek tamamen haksız olmaz. Bu tür açıklamalar, bilimleri geniş bir kültürün unsuru olarak tanımlamaları nedeniyle hem İslami bilimin çöküşünü hem de yeniden canlanışını açıklarken iç faktörlere -entelektüel ve daha genel bir ifadeyle kültürel bağlılıklarını sürdürdüler.

Bu makalede, İslam bilimini biçimlendiren iç ve dış sosyal ve ekonomik faktörlerin rolünü vurgulayan yeni bir yaklaşım öneriyorum. Bilimsel başarıları anlamanın bir yolunun kurumsal ve bireysel incelemeleri mümkün kılan ekonomik yapının dikkatli bir değerlendirilmesi olduğuna inanıyorum. Osmanlı İmparatorluğu örneğinde, ekonomideki ve siyasal alandaki önemli değişiklikler, köklü bir biçimde entelektüel faaliyetlerin ekonomik boyutunu ve bunun sonucunda, bilimde önemli gelişmeler kaydetme olasılığından etkilenmiştir. Burada, hem özel bilimsel aktivite hem de on yedinci ve on sekizinci yüzyıl okullarının eğitim alt yapısı üzerine odaklanacağım.

Merkezi sosyo-politik yapı sayesinde Osmanlı İmparatorluğu on altıncı yüzyıla kadar ihtiyacından fazla gelir elde etti. Elde edilen bu fazlalık, değişik alanlarda bilimsel faaliyetin finansmanında kullanıldı. On yedinci yüzyılda bu durum değişti. Osmanlı İmparatorluğu'nu sarsan ekonomik kriz, politik gücün de zayıflamasına neden olan bir dizi ekonomik ve politik dönüşümü beraberinde getirdi. Taşra yöneticileri (Umera) merkeze ödenen sabit bir ücret karşılığında köylülerden artı değer elde etmek hakkına sahipti. Bu tür bir ekonomik faaliyetin kapsamının dar oluşu ummaraya bilimsel faaliyetlere yatırım yapabilmek için çok az para bıraktığı gibi, onların bilimsel faaliyete yatırım yapmaları için fazla bir teşvik de yoktu. Bununla beraber, benim esas argümanım on yedinci yüzyıldaki sosyal mülkiyet ilişkilerinin tarıma dayalı bir piyasanın gelişmesine neden olduğu; medreseleri finanse eden vakıfların değişen duruma ayak uyduramadığı ve kısa sürede başarısız olduğudur. Vakıfların uzun bir süre kendi kendilerine yeterli olmaları ve hiçbir zaman rekabet piyasasına girmeye zorlanmamaları onların sonunun kötü olmasıyla sonuçlandı.

Birincil ve ikincil kaynakları kullanarak ve hem mikro-tarih ve hem de makro-tarih yaklaşımlarına dönüşümlü olarak başvurarak, genel ekonomik eğilimleri ve aynı zamanda İslam bilimcilerinin ve akademik kuruluşlarının içinde bulunduğu maddi koşulları inceleyeceğim.

Entelektüel ve bilimsel gelişmenin arkasındaki itici güçler nelerdir? Bu soru, Bilimsel Devrim'in emsalsizliği konusu ile mücadele eden tarihçilerin çoğunun zihnini uzun süreden beri meşgul etmektedir. Burada, bilimsel ve entelektüel gelişmeyi açıklamakta kullanılan birkaç farklı yöntemi gözden geçireceğim.

Bilimsel gelişmenin tarihi, büyük ölçüde düşüncelerin tarihidir ve düşüncelerin tarihi de büyük ölçüde şahısların tarihidir. Düşüncelerin zamanla gelişimi, kendisine özgü bir mantık ya da içsel özerklik gösterir. Bilimsel Devrim'in ilk tarihçileri, bilimsel gelişmeyi tek bir düşüncenin açıklanması şeklinde algıladılar. Pek çok defa bu gelişme, genellikle akılcı yorumlara meydan okuyan çarpıcı spekülasyonlara atfedildi. Bilim tarihinin öncüsü William Whewell'in belirttiği şekilde 'bilgide ilerleme çarpıcı bazı düşüncelerin önceden belirtilmesi ve tahmin etmeye ruhsat verilmesi olmadan yaygın olarak gerçekleşmez. Yenilik nedir? Birçok ihtimali çabukça önümüze serme ve uygun olanı seçme kabiliyetidir.'l Yine ilk yorumcular, örneğin August Comte, bilimsel gelişmeyi 'teolojinin ve metafiziğin tabiatına karşı gelmek' ve 'batıl itikat ve skolastik yozlaşmadan arındırmayı' amaçlayan pozitif bir felsefe meydana çıkarmak olarak algıladı.2

Bilimin içsel gelişimi mefhumu varlığını sürdürdü ve fikirdeki değişim modeli mefhumuna dönüştü. Thomas Kuhn, kendi terminolojisinde 'paradigmatik statü'ye ulaşmış bilimlerde yüksek düzeyde içsel özerkliğin olabileceğini defalarca vurguladı. O, ısrarla benimsenen paradigmanın, özellikle problem-keşif-problem türü zincirler için elverişli olduğunu belirtti. Fakat paradigmanın varlığı, kendisini ona adayan bir bilim adamları topluluğunun varlığını peşinen kabul eder. Kuhn'un paradigma ve bununla bağlantılı topluluk görüşü, onu bir dereceye kadar içselci (internalist) yaklaşımlarla dışsalcı (externalist) yaklaşımlar arasında belirgin olmayan bir yere koyar.

Fakat, internalist yaklaşımların açıklayıcı kudreti mutlak olamaz. Düşünceler geniş bir ortamda gelişir (veya kısa süre için belirir ve ortadan kalkar) - onların özerkliği sınırlı olmak zorundadır. Ancak, bu özerkliğin tam tamına ne kadar genişleyebileceği ve dışsal etmenlerin onu ne kadar etkileyeceği, teorik söylem vasıtasıyla önsel olarak kararlaştırılacak bir konu değildir. Genel bir ifade ile, bilim adamları 'problem-bulgu-yeni problem-yeni bulgu' zincirini açığa çıkaran kişisel deneyimlere sahip olduklarından, bu ardışıklıkların hepsini bilimsel gelişme olarak değerlendirme eğilimindedirler. Düşüncelerin sosyal tarihi olduğunu savunanlar, düşünce gelişiminin kısmen veya tamamen dış etmenlere dayandırılması yönünde genel bir tercihe sahiptirler. Bazıları finansman, kurumsal yapılaşma ve meyil gibi meseleler üzerine odaklanırken, diğerleri 'bilimsel gerçeklerin' tesis edilmesinin bilim adamları arasındaki müzakerenin sonucundan biraz fazla bir şey ifade eder, biçiminde tam bir relativizm taraftarı bir tutum benimsediler: Bilim doğanın araştırılmasından daha çok otorite, güç ve statünün ortak dansının geride bıraktığı tortuyla sona erer.

Bilimsel gelişimin tarihsel açıdan incelenmesi belirli dışsal faktörleri dikkate aldığında, bilimsel gelişimi çevresel şartlar çerçevesinde yorumlamak gereklidir. Max Weber modern bilimin ortaya çıkışını çevresel koşullar bağlamında incelerken meşhur olan 'dünyanın gözünü açması'3 ifadesiyle 'Bilimsel Devrim'e atıfta bulunmuştur. Weber 'esrarengiz, tahmin edilemez güçlerden ziyade, en azından prensipte hesaplamak suretiyle her şeyi düzene sokan bir faktörün sürece katılmasından' bahseder. Bu, dünyanın gözü açıldı demektir.'4 Üstelik Weber, bu göz açılmasının Avrupa tarihine mahsus belirli özelliklerden kaynaklandığına inandı. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu (The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism) adlı kitabında Weber, Batılı ve Batılı olmayan bilimler arasında bir ayrım yaptı ve bilimsel gelişmedeki en önemli ilerlemenin 'Batıda gelişen kapitalizm neticesinde şekillendiğini... [Bilimsel gelişmenin] teşvik edilmesinin Batı'daki sosyal yapının özelliklerinden... esas olarak da hukuk ve yönetimin rasyonel yapılarından... kaynaklandığını' iddia etti.5

Weber'in Protestan ahlakını, kapitalizmin yükselişini ve Bilimsel Devrimi zekice ilişkilendirmesi, Avrupa'nın (sosyal, politik, kültürel ve ekonomik) tecrübesinin Avrupa'ya özgü oluşunda Bilimsel Devrim'in kaynaklarının rol oynadığını düşünen diğer tarihsel araştırmaların yolunu açtı. Üstelik Weber, Avrupa'daki deneyimin eşsizliği ve bu deneyimin evrensel karakterde olması arasındaki sıkıntıyı vurguladı. Bilim adamları belirli ekonomik ve bilimsel faaliyetlerin neden yalnızca Avrupa'da yapılmış olduğunu soruşturmaya başladılar. Bu yaklaşım, büyük Çin bilimi tarihçisi Joseph Needham'ı, 'bu eğilimin, Avrupai eşsizliği, Yunanlıların rolünü aşırı yücelterek korumaya çabaladığına ve yalnızca modern bilimin değil, bilimin kendisinin de başlangıcından bu yana Avrupa'ya özgü ve yalnızca Avrupalı olduğu konusundaki iddalara dikkat çekmeye zorlayacak boyutlara ulaştı.'6

Her ne kadar İslami bilim tarihçileri Avrupa biliminin eşsizliği için sevinç şarkıları söylemedilerse de, bu ereksel/teleolojik düşünce tarzının bir kısmını benimsediler. Onlar, on yedinci yüzyıldaki bilimsel üstünlüğün Müslümanlardan Batıya geçişini İslam biliminde eksik olan 'Avrupai özellikleri' arayarak açıklamayı denediler. Önemli bir soru, İslam biliminin Bilim Devrimi'ndeki gibi bir temel oluşturabilecek devrimi yapmadan nasıl yeterince geliştiği sorusuydu. Buradan 'gerileme/çöküş' teorisine giden yol yetersizdi.

İslami bilimin gerilemesine ilişkin görüşlerin kısa bir tarihi, İbn-i Haldun'un on dördüncü yüzyıldaki tarihsel yapı konusundaki spekülasyonları ile başlayabilir. İbn-i Haldun tarihin 'organizma benzeri, tekerrür eden, kendine ait bir yaşamı olan, gelişen, olgunlaşan, ondan sonra yıkılmaya yüz tutan, bir niteliğe sahip olduğu görüşündeydi.

Modern çağda başta Montesquieu ve Voltaire olmak üzere Batı düşünürleri, İbn-i Haldun'un basitçe kabul ettiği yıkılma nedenlerinin açıklamalarına yönelik araştırma yapmaya başladılar. Onlara göre cevap, Osmanlı yönetiminin sert ve yozlaşmış doğasındadır. On dokuzuncu yüzyılda açıklamalar üç ayrı çizgi doğrultusunda yapıldı. Bunlardan biri, Gobineau'nun dünya tarihini ırk unsuruna dayandırarak yorumlamasıdır. Diğeri, dinin ve teolojinin rolünü vurguladı ve bu bağlamda Ernest Renan geleneksel anlayışa sahip Müslüman din adamları sınıfını bağımsız araştırma yapma isteğini bastırmakla ve zorlaştırmakla itham etti. Son olarak Marx ve onu destekleyenler, İslam medeniyetinin çökmesine ekonomi kanunlarının yol açtığını belirttiler: ekonomik-politik yapıların yerelleştirilmesinin yaygınlaşması, entelektüel yaşamda bir gerilemeye neden oldu ve yürürlükteki uygulamayı kabul etmeyi teşvik etti.

Çöküş/gerileme teorisinin Müslüman taraftarları, son iki doktrindeki bir görüşle hemfikirdirler: onlar da Müslüman din adamlarını suçladılar. İslam biliminin zayıflamasına neden olan temel unsur, inançta ve doktrini sağlam olanların bir zamanlar gelişen bilimi engelleyebilmelerinde aranmalıydı. Gustave Edmund von Grunebaum kusuru, İslam'ın ilk dönemlerde tesis edilen İslam inancındaki belirli ana esaslara yükledi. Bu ilk dönem sürecinde 'mutlak prensipler oluşturulmuş ve yerleştirilmişti. Spekülasyon yalnızca tefsir etmek anlamına gelebilirdi. Vahiy özerkti, teoloji temelde onun koruyucusuydu: oysa felsefenin yardımcı, konu dışı veya kabul olunmuş doktrinlere karşı olma ihtiyacı vardır.' Felsefenin konumu ikinci derece, konu dışı ve dalalet ile alakalı olmak durumundaydı.7 Aydın Sayılı gerilemeyi, bir yanda bilimin ve felsefenin diğer yanda da dinin uzlaştırılmasındaki başarısızlık ile açıkladı. Gerçekten, 'Müslümanlar doğal sürecin belirli prensipler dahilinde gerçekleştiğini kabul etmekten çekindiler.' Müslümanlar için 'Allah'ın ve doğaüstü güçlerin sürekli bir müdahalesi söz konusuydu ve bu nedenle bir nevi entelektüel uyuşukluk vardı.'8

John Joseph Saunders gerilemenin nedenini on birinci yüzyıl ile on beşinci yüzyıllar arasındaki Arap dünyasının baş belası olan barbarca istilâlara dayandırdı. Ona göre gerileme durgunluktan daha kötüydü. Paha biçilemez derin anlayışlar yok olmuştu. Birbiri ardına gelen felaketler Osmanlıların moralini bozdu. Yalnızca din teselli verebilirdi. Saundersa göre 'birinci olgu nedeniyle' İslam 'temelde orijinlerine geri dönem dini bir kültür oldu... Her zaman uçlarda faaliyet gösteren ve kendisini Allah'a karşı sorumluluk taşımadığı suçlamalarından hiçbir zaman gerçek manada arındırmayan, dini olmayan bilim sessizce 'İslam-dışı' nitelendirilerek terk edildi.'9

Montesquieu ve Voltair'i da kapsayan birinci grup dışındaki Batılı diğer düşünürler de 'Osmanlı'nın çöküşü' hakkında yazdı ve bazıları bilimin gerilemesini teologlar arasındaki önyargıyla ilişkilendirdiler. 10 David King astronominin gerilemesinin ardında Moğol istilâsının olduğunu belirtti.11 Daha da önemlisi, burada Khuncu terminolojiyi kullanmak - Ptolemaus'un değişiminden, diğer bir deyişle normal bir İslami bilim dönemi ve bunu takiben Kopernikçi devrimden bahsetmek - cazipti. Son zamanlarda çöküş teorisi eleştirilere maruz kaldı.

Revizyonist bilim adamları, Avrupa'daki Bilim Devrimi'nden sonra İslam dünyasındaki bilimin yeniden canlanmaya başladığını göstermiş bulunmaktadırlar. Diğerleri, İslam dünyasındaki felsefe ve bilimin meşhur Avrupalı bilim adamları üzerindeki derin etkisini vurguladılar. Böyle yapmakla, Bilim Devrimi'ni belirli bir ölçüde İslam dünyasındaki bilime mal etmeye çalıştılar. Bu revizyonist yaklaşım sayesinde bazı tarihçiler yeni bir tarz geliştirdiler: dini inançları savunan (apologestics) İslam bilimi. Örneğin C. A Qadir 'gerçek' İslam ile 'gerçek' bilim arasında bir çelişme olmadığına, fakat İslam ve Batı dünyası bilimleri arasında bir uçurum olduğuna inanmaktadır. Ahlaki ve ruhani temellerinden ayrılan Batı bilimi, insanlık değerlerinin kaybolduğu ve hayatın vicdansız-duygusuz bir robot gibi sürdürüldüğü mekanik materyalizmin ruhsuz labirentinde kaybolmuştur. Qadir, Batı metafiziğinin -Tanrının insana sunduğu ahlaki ve ruhani hikmetin rasyonel bir sistemi anlamındadır.- Bilim Devrimi sürecinde yozlaştırıldığını düşünür. O, Bilim Devrimini insanlık tarihinde bir gerileme olarak ve İslam dünyasındaki sözde gerilemeyi gerçek bilimin ahlaki savunuculuğu olarak sunar. Üstelik Felsefe ve İslam Dünyasındaki Bilim (Philosophy and Science in the Islamic World) adlı kitabının Bilimin ve Teknolojinin Yeniden Doğuşu (The Renaissance of Science and Technology) başlıklı son bölümünde, yirminci yüzyılda İslam dünyasındaki en büyük filozofların takipçisi olan bilim adamlarının kısa biyografilerini sunmaktadır.12 Öte yandan Mirza ve Siqdi ise İslam bilim tarihini yeniden yazmak için yeni bir yaklaşım önerdiler. Selefleri gibi onlar da, Avrupa'nın Arap bilim adamlarına derinden borçlu olduklarını tartışırlar. Bu borç şaşırtıcı keşifler veya devrim yapan teorilerden kaynaklanmayıp, Müslümanların geliştirip Ortaçağ'ın sonlarında Avrupa'ya transfer ettikleri bilimsel yöntemlerden kaynaklanmaktadır. Bilim Devriminin en esas unsuru olduğu sıkça belirtilen hakiki araştırma ve soruşturma yöntemi, bir Müslüman icadıydı. Yunan bilimini kolaylaştırmak ve sonucunda biçimini değiştirmekle Müslümanlar yeni alanları araştırmaya açtılar. 13

Örnek olarak verilen bu revizyonist açıklamaların problemi, tartışmalarını İslam'la bilim arasındaki ilişkiye yoğunlaştırmaları nedeniyle, eleştirisini yaptıkları 'çöküş/gerileme' söylemiyle aynı kültürel temelleri paylaşır duruma gelmeleridir. Onlar, hem Ortaçağ'daki İslam'ın hem de modern İslam'ın bilimsel gelişmeyi hızlandırdığı görüşü ile mücadele ederken, İslam'ı ve İslam dünyasındaki bilimi tek taraflı, durgun ve tecrit edilmiş ve her nasılsa Ortaçağ'daki altın devrinden beri değişmemiş olarak sunarlar. Fakat bu görünüme rağmen, İslam'a revaçta olan birtakım harici etkilerin nüfuz etmiş olabileceği açıktır. Nüfuz eden bu etkiler arasında entelektüel ve kültürel tesirler olmakla beraber, bunlar münhasıran değildir.

Buraya kadar yaptığım değerlendirmelerin hiçbiri, entelektüel faaliyetin ekonomik yanını tartışmaz. Şahsi kanaatim, entelektüel verimliliğin sağlam ekonomik yatırımlara bağlı olduğudur; İbni Haldun'un da belirttiği gibi, 'gelişme için politik istikrar şarttır'.14 Genel olarak bilimsel üretime ve özelde İslami bilimin 'gerilemesine/çöküşüne' bakmaktansa ve Renancı veya Weberci metodojileri benimsemektense, farklı bir yaklaşıma yer vereceğim.

Konuya ilgi duyan önceki bilim adamlarında rastlanan, iç mekanizmalara ve bilimin felsefe ile birlikteliğini vurgulamaktansa, ben, entelektüel faaliyetin kültürel iç ve dış etmenlere ve politik ve ekonomik yapılar arasındaki ilişkilere bağımlı olduğu savı üzerinde duracağım. İslami bilim tarihi yazımında ekonomik açıklamalara yer verilmemiş olmasına rağmen, tartışma için teorik yöntemler, Avrupa bilim tarihi yazımında aynı konudaki tartışmalara atıfta bulunulmak suretiyle elde edilebilir.

Yukarıda gösterdiğim gibi, İslam biliminin tarihsel bulguları kişiyi, ya gerileme/çöküş tezine ya da bu tezin revizyonuna götürür - ki her ikisi de essentialisme meyillidir. Bilim Devriminden sonraki İslami bilimin tarihine bakılırken, ekonomi perspektifli bir yaklaşım İslam ve Avrupa bilimlerinin göreceli değerlerinin karşılaştırılmasını yapma cazibesine direnip aynı zamanda güvenilir sonuçlar çıkarmayı garanti edebilir. Bu bilimlerin kapsamı üzerinde durmaktansa, yeni bilimsel metotları ve icatları teşvik eden kurumların yapıları üzerinde tartışmamı yoğunlaştırmayı tercih ederim.

Bilimsel Devrim'in tarihinin yazımında sadece birkaç değerlendirme Marksist yorumlamaya dayanır veya Bilimsel Devrimi ateşleyen, önceden tahmin edilemeyen sosyo-ekonomik ve politik değişmelerle ilgilenirler. 1931 yılında bir Sovyet fizikçi olan B. Hessen'in Newton'un 'Principia'sının Sosyal ve Ekonomik Temelleri (The Social and Economic Roots of Newton's 'Principia) başlıklı makalesi Bilimsel Devrim külliyatına önemli bir materyalist anlayış katkısında bulundu. B. Hessen birbirini izleyen üç düşünce ortaya koydu: birincisi, üç kitaptan oluşan Newton'un Principia'sında değinilen bütün konular, daha önceki onlarca yılda henüz başlamakta olan kapitalizmin ihtiyaçları sonucu olarak ortaya çıkan teknolojik meselelerden kaynaklanır; ikincisi, mensup olduğu sınıfın gerçek bir çocuğu olan Newton'un kendi fiziksel dünyasındaki materyalist ve ateist olan görünümün açık anlamını kavramada başarısız olduğunu ileri sürdü. Sonuncu olarak, Newton, buharlı makinelere aşina olmaması nedeniyle, kendisine ait olan enerjinin sabit kalması prensibini mükemmelleştirememişti.15 Daha sonraki on beş yılda 'Hessen Tezi' olarak bilinen tez kademeli olarak ortaya atıldı. Modern bilimin doğuşu, kapitalizmin doğuşu sayesindeki teknolojik gelişme ile varılan bir sonuç olarak görüldü. Hessen'in belirttiğine göre:

'Tabiî bilimin on altıncı ve on yedinci yüzyıllardaki göz alıcı başarısı feodal ekonomi yapısının dağılması, ticari sermayenin birikimi, uluslararası deniz ilişkileri ve ağır [maden sanayii gibi] sanayi sayesinde gerçekleştirilebilmişti.16

Hessen ilerlemeyi kaydetmişse de, onun bazı dayanaktan yoksun öncülleri tartışılmalıdır. Birincisi, o kapitalizmin gelişmesini 'ticari sermayenin birikimine' dayandırırken, başta Brenner olmak üzere diğer bazıları kapitalist gelişmeyi 'sosyal mülkiyet ilişkilerinin' bağımlı unsurları olarak düşünür. Brenner'e göre, on altıncı yüzyıldaki geçim kaynaklarından alıkonan İngiliz köylüler piyasaya bağımlı oldular ve uzmanlaşmayı, icat yapmak için yeni yatırım yapmayı ve gelişmeyi gerektiren rekabet ortamına girdiler. 17 Bu tarımsal gelişme, şehre göçü ve daha sonra ticari sermayenin ve sanayiinin gelişmesini cesaretlendirdi. Hessen'in teorisinin ikinci problemi, henüz başlamakta olan Bilimsel Devrimi yeni gelişmeye başlayan kapitalizme dayandırmasıdır. İngiltere'nin Sanayi Devrimini yaşayan ilk ülke olması, orada bilimsel araştırmada kaydedilen gelişmeler nedeniyle olduğu yönündeki görüş desteklenebilir değildir. Joel Mokyr'un gösterdiği gibi, sanayi devrimini ilk harekete geçiren icatlar daha çok mekanik sezgiler ve beceriklilik olup, bilimsel bilgi değildi.18

Hessen'in Sweezci-benzeri değerlendirmesi, bilimsel devrimin itici gücü olarak ticaretin rolünü aşırı vurgular. Ancak Hessen'in, 'feodalist ekonominin dağılmasının' hem kapitalizmin hem de Bilimsel Devrimini başlamasına yol açtığını ileri sürmesinden dolayı, çalışması farklı sosyal mülkiyet ilişkisinin var olduğu Avrupa ve Orta Doğudaki farklı bilimsel yolları değerlendirmeyi teşvik eder.

Bir İngiliz fizikçisi olan J.D. Bernal, Bilimsel Devrim'in kökenleri hakkında bir başka Marksist açıklama tarzı önerdi. Bernal'a göre, Bilimsel Devrimin yeniliği, feodalizmin dağılmasının verdiği ivmeye bağlıdır. Ticaret daha da geniş alanlara yayıldığı için feodalizm sona erdi ve 'tekniklerdeki değişimler bilime yöneldi ve sırasıyla bilim, teknikte yeni ve daha hızlı değişikliklere neden oldu. Teknik, ekonomi ve bilimde yaşanan bu devrim, emsalsiz bir sosyal fenomendir.'19

Bernal feodalizmin çöküşünü ve Bilimsel Devrimin yükselişini birbirini takip eden üç aşamaya ayırdı. Birinci aşama (1440-1540), Rönesans, Coğrafi keşifler, Reform ve İspanya'yı dünyada hakim güç yapan savaşlardır. Bilimde bu dönem 'yapıcı olmaktan çok tanımlayıcı ve kurucu [Copernicus hariç] düşünce dönemidir.20 İkinci aşamada (1540-1650) yeni burjuva sınıfı İngiltere ve Hollanda da baskın duruma gelirken, 'bilimde ise gözlemci ve deneye dayalı yaklaşım ilk büyük başarılarını bu dönemede gerçekleştirmişti'.21 Son olarak, üçüncü aşamada (1650-1690) burjuva sınıfı iktidardaki güçlerle uzlaşmaya varır. Bu dönem boyunca yeni bilim kendini tesis eder ve ilk kez bir üretim gücüne dönüştürülür.

Bernal, sosyal yapı ile sınıf çatışmasını önemli ölçüde entelektüel aktiviteyle ilişkilendirmekle, bu tarihsel yazım incelemesini anlamaktaki kapasitemizin sınırlarını zorladı. O, kapitalizmin yükselmesiyle ilgili geleneksel değerlendirmeyi (özellikle Dobb'un yaptığı çalışmayı) takip ettiğinden, burjuva devriminin rolünü aşırı vurguladı ve bilim adamları için himaye sistemi geliştiren ve daha sonraları kraliyet akademilerini kuran mutlakıyetçi devletin yükselişinden bahsetmeyi ihmal etti.

Ben şunu ileri sürüyorum: Feodalist dönemde feodal prensliklerde nispeten dar olan ekonomik faaliyet, bilimsel faaliyetleri desteklemekte kullanılabilecek artı değer sağlayamadı. Üstelik, taşra yöneticileri (feodal lords) kendilerine kalan artı değeri ekonomi-dışı aşırı zorlama yöntemiyle elde ettikleri için, araştırma ve geliştirmeye yatırım yapmaya ihtiyaç duymadılar. O dönemlerde entelektüel faaliyet yapmak kilise müessesesinin monopolündeydi. Bununla birlikte, Mutlakıyetçi Devletin yükselişiyle birlikte devletin gelir seviyesi müthiş arttı. Bu fazlalıklar, sarayların göze çarpan birkaç alandaki entelektüel faaliyetleri desteklemesine yol açtı. Birincisi, kilisenin hegemonyası ve onun -Gramscıci ifade ile-'geleneksel entelektüelleriyle' mücadele etmek suretiyle, mutlak monarşiler bilim adamlarının entelektüel faaliyetlerini destekledi. İkincisi, saray tarafından finanse edilen yeni araştırmalar, kilise tarafından üretilen bilgiyi tamamlamaktan çok, o araştırmalara meydan okumakta, kiliseden dini olmayan faaliyetlere karışmaktan vaz geçmesini istemekteydi.22

Galileo, Brahe ve Kepler gibi ilk araştırmacılar, yeni bir çeşit bilim adamı grubu olan saray bilim adamlığı grubunu temsil ettiler. Örneğin Galileo kilise kontrolündeki üniversiteden ayrılmayı tercih etti ve ancak sarayla profesyonel bir iş birliği kurduktan sonra, Kopernik sistemini savundu ve kiliseyle fikir ayrılığına düştü. Fakat bilimsel faaliyetin aynı zamanda politik ve ekonomik boyutları da vardı. Feodal prensliklerin yıkılmasında rol oynayan krizlerden bir tanesi ekonomik olanıydı: nüfusta ve özellikle köylü nüfusunda azalma, köylülerin direnişi, ve kolonileşmek için tarımsal arazilerin yetersizliği hep birlikte ekonomik durgunluğa neden oldu. Avrupalı güçler, Avrupa'da tarımsal amaçlı kullanabilecekleri daha fazla arazinin olmadığını ve hazinelerini doldurmaya devam etmenin yegane yolunun tarımsal sahalarını Avrupa sınırları dışında genişletmekle sağlanabileceğinin farkına vardılar. Kolonileşmek için potansiyel toprakları keşfetmek, Mutlak Devletin önemli bir hedefi haline geldi. Saraya bağlı bilim adamlarınca astronomi alanında yapılan keşifler kısa sürede coğrafya, haritacılık ve rotacılığa da yansıdı.

Yukarıdaki inceleme boyunca, entelektüel faaliyete katkısı olan en önemli faktörleri belirlemeye çalıştım. Bu önemli faktörlere dayanan hipotezim şudur: Politik gücün birleştirilmesi ve merkezileştirilmesi ve bunların gerektirdiği güçlü zorlayıcı araçlar, önemli miktardaki entelektüel faaliyeti destekleyecek yeterli sermayenin birikimini kolaylaştırdı. Bu hipotez, benim on yedinci yüzyıldan sonra Orta Doğu'ya ait entelektüel değişime ilişkin kaynakları keşfetmemde yol gösterici olmaktadır.

Orta Doğu'da gördüğümüz süreç Avrupa'da görülenin tam tersinedir. Osmanlı Devleti ilk günlerinden itibaren on altıncı yüzyıla kadar birleştirilmiş ve merkezileştirilmiş politik ve ekonomik gücü sayesinde bilimsel projeleri destekledi. Bununla birlikte, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllar boyunca devam eden sosyal mülkiyet ilişkilerindeki değişimle birlikte, politik ve ekonomik güç yerelleşti; herhangi bir politik birimin döndürebileceği ekonomik faaliyetin kapsamı önemli ölçüde azaldı ve entelektüel yatırımlarda düşüş gözlendi.

Hem gerileme tezini, hem de onun revize edilmiş yeni şeklini, bilimsel aktiviteye derinden bağlı olan politik ve ekonomik değişimlerin ampirik analizinin öneminde ısrar ederek, değerlendirmek isterim. Bilimsel Devrimden sonraki İslam bilimiyle Avrupa bilimini karşılaştırma, 'gerileme' veya 'yeniden canlanma' tartışmasına bir katkı sağlamayacaktır. Bunun yerine, entelektüel merkezlerin değişimini ve bu değişimle bilimsel öğrenmenin nasıl etkilendiğini tartışacağız.

***
Orta Doğudaki Bilimsel Himaye ve Akademik Kurumlar (On Altıncı Yüzyıl Dolaylarında)

Bu bölümde, Osmanlı yönetimindeki merkezi politik ve ekonomik yapının entelektüel kurumların ve bilimsel himayenin artmasına neden olduğunu tartışacağım. Öncelikle kısaca Osmanlı politik ve ekonomik yapısını özetleyeceğim. Politik gücün merkezileştiğini ve ekonomik faaliyetlerin yerelleştirildiğini göstereceğim. İkinci olarak, bu yapının bir yanda medrese sistemi diğer yanda şahsi himaye aracılığıyla entelektüel faaliyeti nasıl arttırdığını beyan edeceğim. Son olarak, belirtilen bu iki noktayı birbirlerine entelektüel aktivitenin yayıldığı ve buna bağlı olarak bilimsel başarıların yalnızca entelektüellerin birbirleriyle olan bağlantılarıyla gerçekleşebileceğini tartışacağım.23 İlave olarak, entelektüel aktiviteler (doğalarında dinsellik olmaları nedeniyle) seküler-askeri bürokrasinin meşrulaşmasına hizmet ettiler.

Geçmişte İslam dünyasının büyük bilim adamlarının çoğu, genelde çalışmalarının girişinde, araştırmalarının desteklenmesinin önemine açıkça yer verdiler. İslami bilimin en meşhur bilim adamlarından biri olan el-Biruni, henüz onuncu yüzyılda astronomi araştırmalarının himayeye ve yöneticilerin teveccühüne bağlı olduğunu belirtti. Çünkü zamanın sultanı Mahmud Gaznevi astronominin gelişmesinde aşırı caydırıcı oldu. el-Biruni 'yeni bir bilim veya herhangi bir araştırmanın günümüzde yapılması oldukça zordur. Bilim yolunda geçmişteki iyi günlerden geri çok az kalıntıdan başka hiçbir şeyimiz yok.' Fakat Sultan Mahmud'dan sonra gelen Sultan Mes'ud gerçek bir bilim âşığıydı: Kendimi ömrümün geri kalan kısmında tamamen bilime adamama neden olan kişi odur.24

Aynı şekilde, on ikinci ve on üçüncü yüzyıl bilim adamlarından el Şeyh'ü-l İmam endişeyle şöyle belirtmiştir: 'çağdaşlarımız ve yöneticilerimiz ve yetkisi olanlar bilime karşı eğilimli olmadığından, ve bizler kendi güçsüzlüğümüz, geçindirmekle yükümlü olduklarımızın harcamaları ve bize yardım edebileceklerin eksikliğinden, bu konuda hiçbir şey söylemedik'.25 İslam dünyasının bu iki meşhur bilim adamına, projelerinin başarıyla tamamlayabilmeleri için politik destek hayati derecede önemliydi. Gerçekten, sağlanılan destek bir kişinin dine dayalı toplumlarda tahmin edebileceği politik korumanın ötesinde olup, sağlanılan mali destek onların günlük talepleri karşılama gibi bir tedirginlik duymadan yoğun bir şekilde bilimsel faaliyet yapmasına olanak verdi.

Bununla beraber, bazı bilimsel faaliyetlerin gerektirdiği ihtiyaçlar, bilim adamlarının geçimlerini zorunlu olarak nispeten ehemmiyetsiz olarak arka planda bıraktı. On üçüncü yüzyılda, Ortaçağ'daki İslam dünyasının en meşhur semavi rasathanesi olan Maragha'nın yapımına başlanılmadan önce, seçkin bir astronom olan Müeyyeddin el-'Ürdi (d. 1266) şöyle yakındı: 'Astronomi ile yeterince ilgilenen gerçek hiçbir hami mevcut değildi ve bu nedenle, planlı sistematik incelemeleri gerektiren astronomi alanında hiçbir ciddi çalışma yapılamadı.'26 Müeyyeddin el-'Ürdi'nin gözlemlediği gibi, tek başlarına epistemolojik gelişmeler astronominin mevcut seviyesini koruyamazdı. Astronomi ile ilgilenmek sıradan vatandaşların sahip olduğu aletlerin oldukça ötesinde pahalı aletleri gerektirir. İslami astronomi araştırmalarda bütçedeki kısıtlamaların belirleyici etkisi olduğuna, yıldızlar ve gezegenler konusunda oldukça pahalı araştırmalar yapanların devletin yardımına ihtiyaç duyduğuna inanıyorum.

Bununla beraber, Osmanlı İmparatorluğu'nda bilimsel faaliyetleri desteklemekte ve finanse etmemekte tek sorumlu devlet değildi. Bilimsel aktivite aynı zamanda belirli vakıf (dini bağış) diye adlandırılan kurumların yardımına ihtiyaç duymaktaydı. Örneğin, yukarıda bahsi geçen Meraga, Gazan Han ve Semerkant rasathanelerinin vakıf tarafından desteklendiği bilinmektedir. Sekizinci yüzyıl ile on ikinci yüzyıl arasındaki hükümdarlar, bu nevi imkanları gerçekleştirebilmek ve idame ettirebilmek için büyük miktarlarda bağışta bulundular. Astronominin gelişmesi için teferruatlı rasathanelerin inşa edilmesi gerekmiyordu. Çünkü çalışmaların çoğunluğu teorik mahiyetteydi; on üçüncü yüzyıldan sonra, astronomi, astronomi için ihtiyaç duyulan bütçe, hükümdarların karşılayabileceğinden daha fazla olan bir aşamaya geldi.27 Ortaçağ süresince vakıflar doğrudan halifelerden çok kadılar tarafından yönetildi. Kadı tarafından finansal olarak desteklenen, astronomiye katkısı olan kurumlarla Allah'a ibadet edilir şeklindeki yasal gereksinim, astronominin gelişmesine katkıda bulundu. Bu katkı doğrudan İslam dünyasında kameri takvimin yerleşmesinde etkili oldu. Fakat astronomi için yapılan harcamalar o kadar yüksekti ki, bu alandaki araştırmalar diğer alanlardaki araştırmalardan daha az cezbedici oldu. Tarihi belgeler devletin kaynaklarının nasıl tahsis edileceği tartışmaları ile doludur; astronomi sıkça kaybeden taraf olarak karşımıza çıkar.

Bununla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu'nun gelişmesiyle birlikte, mali destek ve koruma için var olan kaynaklar tahsis edildi ve merkezi politik yapının ve yerel ekonomik faaliyetlerin etkinliği sayesinde gelirler arttırıldı. İmparatorluğun gelirleri sosyal mülkiyet ilişkileri ile yakından bağlantılıydı. Şimdi bu konuya döneceğim.

On altıncı yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'ndaki gelir kaynakları iki gruptu: tımar sistemi (esas olarak Balkan vilayetlerinden) ve iltizam sistemi (genellikle Arap topraklarından); her ikisi de müteakip sayfalarda tartışılacaktır.

Siyasetin merkezileştirilmesinin yanında gelirin yerel dağıtımı sistemi vardı. Yönetici tabakanın bireyleri mukâta'a denilen cemiyetler kurdular ve onlara yönetici sınıfa gelir sağlayan topraklar tahsis ettiler.28 Üç çeşit mukâta'a oluşturuldu: tımarlar, emanetler ve iltizamlar. Tımar, sultan adına eyaletlerde polis vazifesi yapan sipahi askerlerine maaş yerine tahsis edilen topraklardı. Feodal düzenlemelerin aksine, Tımar resmi bir vazifeydi. Bu vazifeyi ifa edenler köylü tabakadan kendi mahalli güçlerini idame ettirebilmek için gelir elde etme hakkına sahiptiler. Bunun karşılığında, merkezi imparatorluk kendine ait yerel orduları yerel mali kaynaklarla idame ettirirdi. Üstelik, tımarlar ve onların askeri güçlerinin yerel kontrolü ele geçirmelerini engellemek için her üç yılda bir yerleri değiştirilirdi. Bu düzenleme, maaş ödemesinden kaynaklanabilecek bürokratik yükten çok daha az bir yükü devlete yüklemekteydi. Merkezi hükümetin memurlarının çoğuna da maaş yerine veya maaşa ilave olarak tımar verildi.29

Osmanlı sisteminde en yaygın olan mukâta'a tarla vergisi veya iltizamdı ve bu nedenle en yaygın yönetim birimi de iltizamdı.30 İltizam vergisini tarh eden veya mültezim, açık arttırmayla tahsis olunan toprakları almak ve yıllık sabit bir bedeli imparatorluk merkezine göndermek zorundaydılar. Buna karşılık, mültezim de belirli bir süre için kendisine tahsis edilen topraklarda yaşayan köylü tabakadan gelir veya vergi toplama hakkına sahipti. Bunun nedeni, iltizamın tek vazifesinin mukâta'ayı yönetmek olmasıdır. İltizam toplamış olduğu miktarın belirli bir oranını alma hakkına sahip olduğundan, mültezimin etkinliğini maksimum seviyeye çıkarmasında belirgin bir gerekçe vardı. Tımar sisteminde elde edilen gelir aynîyet esasına dayanırken, mültezim sistemi nakit esasına dayanmaktaydı. Bu nedenle, mültezim nakit göndermek zorundaydı ve ya köylülerden nakit almak ya da elde edilen aynîyatı/mahsulü pazarda satmak zorundaydı.

Arap eyaletlerinin Osmanlılarca fethedilmesinden sonra, on beşinci ve on altıncı yüzyıllar boyunca, bu eyaletler tımar sistemine oldukça benzeyen ikta'a sistemi ile yöneltildi. Daha sonra, on yedinci yüzyılın ortasında hükümetin yeniçerilere nakit ödeme yapma ihtiyacını karşılayabilmek ve gittikçe müsrifleşen sarayın ihtiyaçlarını tedarik edebilmek için iltizam sistemi tesis edildi. Bu, on altıncı yüzyılda Osmanlı idarecilerinin doğrudan herhangi bir tarımsal düzenlemeye tabi olmayan Arap topraklarındaki bütün halktan vergi almak zorunda kalmaları anlamına geldi.

Sipahiler her ne kadar belirli yönetim ve polisiye hizmetlerini sultan için kendi bölgelerinde yerine getirdilerse de, kendi tımarlarında çalışan köylü tabaka üzerinde feodal lordluk veya derebeylik salahiyeti icra etmediler. Mültezimler mahalli işlerde daha da küçük bir rol oynadılar. Kırsal üretimde önemli bir rol de oynamadılar, onlar esasen tarımsal ekonomiye yabancıydılar. Bu iki grup tarafından kontrol edilen yerlerde, köylü tabaka işledikleri toprakların üzerinde miras yoluyla kalma güvencesinden yararlandılar, bu istifade şekli görünürdeki üstleri olan tımar ve mültezimlerin inkar edilmesi anlamındadır. Aslında bu yöneticiler o topraklarda geçici, köylü tabaka ise oraya bağlıydı. Bu dönem boyunca, tımarlar, mültezimler ve yöneticiler imparatorluk merkezine karşı ekonomik ve politik olarak sorumluydular.

Arap eyaletlerindeki gelirin yeniden dağıtımı sisteminin merkezileştirilmesi sayesinde şimdi büyük paraları kontrol etmeye başlamış olan ve okulları ve diğer entelektüel birimleri de içeren bütün yönetimsel eylemler yakından takip ediliyordu.31 Mültezimler ve yöneticilerden tedarik edilen finansal gelir artmıştı. Silahların, devletin bu kaynaklarının en iyi kısımlarını yuttuğu görülür.32

Bu sosyal mülkiyet hareketleri entelektüel faaliyetleri farklı yönlerden etkiledi. İlk olarak, merkezileştirilen siyaset cami ve medreseler kurarak ve bunlara birer vakıf (dini bağış) tahsis ederek meşruluğunu pekiştirmek çabası içerisindeydi. İkinci olarak, merkezi sistem sayesinde elde edilen büyük miktarlardaki gelir seviyesi himaye sistemi içerisinde yeni bir okul sistemiyle birlikte bilimsel kurumların tesis edilmesini olanaklı kıldı. Üçüncü olarak, ekonomik birimler kendi kendilerine yeterliydiler ve vakıf doğal olarak rekabetçi olmayan ve piyasanın şartlarına bağlı olmadan hareket edebilme kabiliyetine sahipti.

Sultanlık meşruiyetinin büyük bir kısmını dinsel unsurlara dayandırması nedeniyle, önemli dini eğitim kurumlarına yoğun bir şekilde yatırım yapmak zorundaydı bu süreçte vakıflar aracılık yapma vazifesi gördü.33 Entelektüel merkezlerin çoğu yakından kontrol edilen Arap topraklarına yakındı ve emperyal merkezinin cömertliğine ve yerel ekonomiye göre değişiklik gösteren dini bağışlara bağımlıydılar. Eğitim kurumları ve bilimsel yaşam üzerinde önemli ölçüde kontrol etme gücünü kullanan medrese sistemi, Osmanlı döneminin ilk zamanlarında, Fatih Sultan Mehmet'in hükümdarlığı süresince çoktan kuvvetlendirilmişti. Uzun süren ekonomik büyüme ve politik istikrar dönemi sultana seçkin bilim adamlarına ve sanatçılara başşehri cezbettirme imkanı verdi. Dini bağışların (vakıf) büyük miktarlarda artmasıyla, vakıflar da bilimsel çalışmalarda ve eğitim yaşamında önemli yer aldı. Okullar ağı Arap dünyasında gittikçe gelişti; göz dolduran öğrenciler ortaya çıktı; bu bile bilimsel çalışmayı teşvik etti.

Medrese sistemi Osmanlı İmparatorluğu'nda en önemli öğrenme ve eğitim kuruluşuydu. Osmanlıların fethettikleri her bölgede galipler bir cami ve hemen yanında bir medrese açtılar.34 Vakıflara arazi tahsis edildi ve vergiden muaf tutuldular, Osmanlı yönetiminde ve yargılama sisteminde yer alabilecek gençleri yetiştirmekle medreseler bütün yerel yerleşim bölgelerindeki insanlara Osmanlı'nın İslam'a olan bağını hatırlattı.35 İmparatorluğun gelişmesine paralel olarak medreselerin sayısı çarpıcı bir biçimde arttı.36 Üstelik, Arap topraklarının on altıncı yüzyıl sürecinde fethedilmesiyle birlikte Osmanlı'nın bu medrese sistemi oralardaki çoktan sayısı yüzleri bulan yerli sistemlerle birleştirildi. Bunlar İslam bilimin Ortaçağ'dan beri ekilen tohumlardan meydana çıkarttığı fidelerdi.

Vakıflar tarafından finanse edilen bu geniş okul sistemi, on altıncı yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun geniş ve coşkulu bir entelektüel dünyaya sahip olabileceği şeklinde ifade edilebilir. Parlak bilim adamları taşradan imparatorluğun merkezine götürüldü. Bilim adamlarının kütüphanelere ulaşmaları ve oradaki kaynakları toplamaları için uzun seyahatler yapmaları normal bir uygulama haline geldi. Seçkin medreselerde eğitim verenlerin cömert maaşlar alması beklenirken, daha az seçkin olan okullarda eğitim verenlerin nispeten daha az miktarda maaş almaları beklenirdi. Maaş seviyesi altmış ve yirmi akçe (gümüş Osmanlı sikkesi) arasındaydı ve vakıftan verilirdi.37

Medreselerin yanında diğer önemli eğitim kurumları da vardı. Bunların hepsi dine dayalı eğitim vermemekteydi. Tıp okulları sultan tarafından finanse edildi ve imparatorluğun değişik ihtiyaçlarına cevap verdiler. Kanuni Sultan Süleyman tıp okullarını kurduğu zaman, İslami söylemdeki üstünlüğe karşı alternatif bulmaya çalışmış veya hatta Avrupa'daki bilgi sistemi ile rekabet etme gerçeğini kabul etmiş olabilirdi. Tıp okulları saray tarafından tesis edilen himaye sistemi sayesinde muvaffak oldu.38

Yukarıda ileri sürülen güdülere ilave olarak, Osmanlı hükümdarlar, sağlık eğitimini ve araştırmasını saray hekimlerinin hünerlerine ihtiyaç olduğu için de mali açıdan desteklediler. Sonuç olarak, saraya ait bilim adamları değişik vazifeleri yapmak durumunda kaldılar. Aynı zamanda sarayın hekimi olarak felsefe gibi diğer bilimsel faaliyetlerde de bulundular.

Açıkça görüleceği üzere, aşırı merkezileşmiş olan Osmanlı Devleti, vakıflarla birlikte etkin bir şekilde hem okullar zincirini hem de merkezde bulunan ihtisaslaşmış okulları destekledi. Fakat, eğitimdeki bu himayeciliğin sonuçları nelerdi? Himaye sistemi gerçekten kendileri de bireysel himayeciliğe dayanan önemli bilim adamları yetiştirdi mi? Kısaca, bilimsel korumacılığın muhteviyatı nedir?

Mario Biagioli, erken bilimsel himayecilik konusunda Galileo, Courtier adlı, kısa süre önce basılan eserinde Galileo'nun 'sosyo-profesyonel kimliği' adını verdiği incelemeyi yapar. Biagioli, bu nevi kimliğin - tanınmış bir filozof-matematikçi olarak onun şahsiyeti, Avrupa'nın en mühim prenslerinden biri tarafından desteklenme-yeni olan bir şey olduğunu vurgular. Himayecilik sosyal camiada aktif bir davranış biçimi oldu ve anlaşılması güç olan bir himayecilik ve tercih edilme sistemi ile yapılandırıldı.

Biagioli, Galileo'nun bilimsel ve sosyo-profesyonel başarılarının Galileo'nun ustaca hareket etmesi sayesinde eş zamanlı olarak oluştuğunu ve onun kitabında izlediği stratejilerin izinin olduğunu tartışır. Biagioli, Galileo'nun saraydaki biliminin saray bilimi olmak zorunda olduğunu, başka bir deyişle, bir nevi icabçı özellik taşıması gerektiğini ifade ediyor.39 Galileo'nun fiilen görülebilen, teşhir edilebilen şeyleri üretmesi beklenildi. Fakat bütün bunların Osmanlı İmparatorluğuyla bir ilgisi var mıydı?

Osmanlılar hekimlerin yanında diğer bilim alanlarındakilere olan ihtiyacın gittikçe arttığını gördüler. Saray âlimlerinin çoğu Galileo gibi astronomdu. Bu, incelemeler ve kolonileşmeyle tamamlanabilen bir bilimdi ve imparatorluğun bilim için yaptığı harcamaların çoğunluğu astronomide harcanmaktaydı. Önceki dönemlerdeki sultanlar himaye ettikleri bilim adamlarını başarılarına göre sıkça değerlendirdiklerinden bilimi geliştirmede süregelen bir baskı vardı. Üstelik, saray astronomiyle oldukça ilgiliydi ve genellikle yıldızlara bakarak gelecekteki harpler hakkında tahminde bulunuyordu.

Sultan III. Murad astronomiye aşırı meraklıydı ve 1570 yıllında meşhur Müslüman astronom Takiyeddin Ebu Bekir Raşid'den Semerkant'ta Uluğ Bey'in yapmış olduğu astronomiyle ilgili haritadan daha iyi bir harita yapmasını istedi.40 III. Murad, Takıyeddin'i Mısır'dan İstanbul'a getirtti. Takıyeddin Mısır'da eğitim görmüştü ve orada Osmanlı İmparatorluğu'nun müneccimbaşı, başka bir deyişle baş astronomu olarak atanmıştı. O, büyük vezir Sokullu Mehmet Paşa ve Sultan'ın öğretmeni Hoca Sa'adaddin Efendi tarafından politik ve ekonomik bakımdan himaye edildi. Takıyeddin 1575 yılında rasathaneyi inşaya başladı.41 Biagioli'nin tarif ettiği Galileo gibi Takıyeddin'in de görülebilecek ve sergilenilebilecek şeyler üretmesi beklendi. Alet-gerecin yapılması ve rasathanenin inşası 1577 yılında tamamlandı ve aynı yıl gözlem yapılmaya başlandı. Kasım ayında meşhur 1577 göktaşı göründü ve bunu üzerine Takıyeddin Sultan III. Murad için gelecekle ilgili tahminler hazırlamaya başladı.

Rasathanenin inşası, aşırı pahalı astronomik araç-gereci ve araştırma için yapılan harcamalar saray tarafından karşılandı. İmparatorluğun yıllık bütçesinin belirli bir kısmı astronomik araştırmaları desteklemeye ayrılmıştı. Takiyeddin'e, rasathanenin yapılmasına ve rasathanede çalışan on beş astronoma ödenen miktarların değerlendirilmesi, Osmanlılarda bilimsel himayenin nasıl işlediğini anlamamıza yardımcı olacaktır.

Sultan tarafından hazırlanıp divanında da onayını alan özel bir kanunname ile İstanbul'da bir rasathane inşa etme süreci başlatıldı. Aydın Sayılı'nın belirttiğine göre Takiyeddin'in şerefine yazılan şiirlerden sultanın baş astronoma tımarın en ihya edeni olan zeamet verdi.42 Takiyeddin'e İstanbul'a gelmeden önce Mısır'daki kadılık vazifesinden dolayı 150 akçe tahsisat yapılmıştı. Rasathaneyi kurma hizmeti karşılığında kendisine imparatorluğun Avrupa kısmında 70.000 ocak (bir arazi ölçüsü) verildi. Fakat bu düzenlemenin makul olmadığı belirlendi ve kısa süre sonra Anadolu'da 46.000 ocak toprak tahsis edilmesiyle önceki projeden vazgeçilip yerine bu yeni projeye başlanıldı. Daha sonra 24.000 ocak daha projeye dahil edildi. Bunlara ilave olarak, rasathanenin yıllık işletme maliyeti 3.000 akçe, ve bir kaynağa göre rasathanenin kuruluş ve yıllık işletme masrafları devlet tarafından karşılandı.43

En basit tanımlamayla İstanbul Rasathanesi'ne resmi devlet kurumu denilir. Her ne kadar Takiyeddin'e yardımcı olan astronomlara verilen ücret konusunda bilgi elimizde bulunmamaktaysa da, anlaşıldığı kadarıyla rasathane vakıf kaynaklarınca desteklenmedi. Bu nedenle, Sultan III. Murad'ın Takiyeddin; himayesi politik koruma ve ekonomik destek şeklindedir.

On altıncı yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezileştirilmesi kısmen sosyal mülkiyet ilişkilerinin kurumsallaştırılmasındandı. Bu merkezileşme, yukarıda tanımlanan vasıtalarla köylü takımından ve yöneticilerce şehir halkından önemli ölçüde gelirlerin elde edilmesine imkan verdi. Sonuç olarak imparatorluk hazinesi inanılmaz ölçüde zenginleşti. Bu durum, saraya dine dayalı, birbirleriyle bağlantılı medrese denilen birçok okulu açmak suretiyle kendi yönetimini meşrulaştırma imkanı sağladı. Her ne kadar medrese sistemi dini bağışlarla desteklendiyse de, imparatorluğun merkezindeki özel mesleğe dayalı okullar doğrudan devlet tarafından finanse edildi. Eğitim ve entelektüel alanlardaki bu yatırım bizzat sultanın himaye ettiği Takiyeddin gibi meşhur bilim adamlarının ortaya çıkmasına neden oldu. Orada gözle görülebilir bilimsel bir başarıya ihtiyaç olduğundan, devlet gerekli ekonomik ve kurumsal vasıtaları bilimsel çalışmalara destek olmak için geliştirdi.

On Sekizinci Yüzyılda Politik ve Ekonomik Gücün Yerelleştirilmesi Sürecinde Entelektüel Faaliyet

Bütün bunlar neyi değiştirdi? Günümüzde çoğu Osmanlı tarihçileri, Osmanlı'nın gerileme teorilerini göz ardı ederek genellikle sosyal ve ekonomik bir perspektiften çalışmalarını yapmaktadırlar. Entelektüel (bilimsel) kurumlar veya sosyal mülkiyet ilişkilerinin değişmesine on yedinci yüzyıldaki ekonomik krizlerin neden olduğu konusunda genel bir mutabakat söz konusu olmuştur. Fakat krizlere ne sebep olmuştur?

Uzun dönemli ekonomik değişim sürecinin yorumları, demografi, para ve ticaretin büyümesine dayanarak yapılmıştır. Bu anlayışlara göre, değişim baskısı şehirleşmede ve ticaretin gelişmesinde görülür. Bu gelişmeler gümüşe olan güvenin artmasına ve akçenin devalüasyonu ve enflasyonuna neden olmuştur. Osmanlı ekonomisi 'arz ve talep yasalarına' göre işleyen bir ekonomi olarak görülmektedir. Sosyal mülkiyet ilişkilerindeki değişimlere yönelik ilgi daha az olmuştur. Robert Brenner'in İngiltere örneğinde ifade ettiği gibi, sınıf ya da güç ilişkileri yapısı, demografik ve ticari değişimlerin tarzını veya derecesini, bu değişimin de sırasıyla gelir dağılımı ve ekonomik büyümedeki uzun dönemli eğilimleri nasıl etkilemiş olduğunu belirlemiştir. Brenner geleneksel sebep-sonuç ilişkisinin yönünü ters çevirmiştir. Benzer nedensellik Orta Doğu'ya da uygulanmalıdır.

Ömer Lütfi Barkan ise krize katkıda bulunan ve 'fiyat devrimi' olarak adlandırılan bir ekonomik faktör ile ilgilenmeyi tercih etmiştir. Barkan 'dünya sistemleri teorisini izleyerek, yerleşmiş olan Osmanlı sosyal ve ekonomik düzeninin zayıflamasının tamamen bölge dışındaki gelişmelerin, özellikle çok büyük bir canlılık ve güce sahip olan 'Atlantik ekonomisinin' Batı Avrupa'da yerleşmesinin sonucu olarak başladığını ileri sürer. Ayrıca, Osmanlı ekonomik sisteminin zayıflamasının ne kendi doğal yapısındaki kusurlardan ve ne de kendi yapısında var olan bir eksiklikten kaynaklandığını; aksine, onun dengesini bozan, doğal ekonomik evrimini durduran ve böylece ekonomik kurumlarını onarılmayacak derecede bozan büyük tarihsel değişimlerin bulunduğunu iddia etmektedir.44

Önemli Osmanlı tarihçilerinden Halil İnalcık ise, Osmanlı gerilemesini içinde oluştuğu sosyal çerçeve içerisinde incelemeye çalışır. İnalcık 'fiyat devriminin' sadece ekonomi üzerindeki etkilerini değil, aynı zamanda devlet kurumları veya daha doğru bir ifadeyle, toplum ile resmi askeri organizasyonlar arasındaki ilişkiler üzerindeki etkilerini de tartışmaktadır. Sonuç itibarıyla, Osmanlı parasal sisteminin bozulması, geleneksel vergi sisteminin modası geçmiş bir hale sokan ve gelirleri tımar sistemine dayanan elit askeri sınıfın üyelerinin fakirleşmesine neden olan hiper enflasyona yol açmıştır. Devletin askeri ve mali ihtiyaçları, yöneten ile yönetilenler arasındaki ilişkilerde radikal bir değişime yol açmıştır ve sonuçta bütün ülke genelinde etkisini gösteren kısıtlayıcı politikalara sebep olmuştur. Bunun da ötesinde, İnalcık yönetimin ücretlilere yönelik artan talebinin köylüleri tarımdan uzaklaşmaya sürüklediğine ve şehirler ile kırsal alanlar arasında demografik dengesizliklere yol açtığını ifade etmektedir.45

Hem Barkan ve hem de İnalcık, üretim, ticaret ve sınıf ilişkilerini fiyatlar ve para ile alakalandırdılar. Her zaman sınıflar arasındaki mücadelenin enflasyon ve ekonomik çöküşün bir sonucu olduğunu belirtmişlerdir. Örneğin, İnalcık askeri yöneticiler ile re'aya arasındaki çatışmayı ve öncekilerin diğerlerinden zorla para toplama çabaları, enflasyon ve akçenin devalüsyonu sonucu azalan gelirleri arttırmak dürtüsüne bağlar.

Bu hususta benim argümanımla karşılaştırabileceğim daha başka pek çok argüman olmasına rağmen, yerel güçlerin ortaya çıkmasına yönelik argümanlar arasından yalnızca bu iki tanesini sunuyorum. Bu yüzden ticaret, enflasyon ve fiyat devrimi gibi birbirini takip eden hususları değerlendirmek yeni kıtaların keşfedildiği gerçeğini göz ardı eder. Yeni kıtaların bulunması gibi, yerel güçlerin peydahlanması da sınıf çatışmalarına sebebiyet vermiştir.

Mevcut açıklamalardan farklı bir noktayı tanımlamak için öncelikle sosyal mülkiyet ilişkilerinde meydana gelen değişimleri incelemek istiyorum. Bu bize politik ve ekonomik yapıların yerelleşmesinin sebepleri hakkında yeni bir bakış açısı verecektir. Şimdi merkezileşme ve nihayetinde yerel güçlerin teşekkül etmesinin ardında aşırı güçlenmiş bürokrasi, yerel elitler orta sınıf arasındaki münasebetin var olduğu hipoteziyle başlayalım.

On altıncı yüzyıla kadar devlete hakim olabilecek herhangi bir rakibin; iyi gelişmiş sınıfın veya yerel elit tabakanın yokluğu Osmanlı bürokrasisinin gücü ele geçirmesine neden oldu. On altıncı yüzyılın sonlarında yerel ve orta sınıflar ve gruplar, özellikle ayan olarak bilinen yerel elit tabaka sermaye biriktirmeye ve politik güç elde etmeye başladılar. Sosyo-ekonomik güç dengesindeki bu değişiklik, 'Atlantik ekonomisi' gibi dışsal güçlerle birlikte ticaretteki enflasyona ve sosyo-ekonomik krizlere neden olan değişim on yedinci yüzyıla sarktı. Bu perspektiften bakıldığında, Osmanlı İmparatorluğu'nda sosyo-politik hareketlenmelerin genellikle sultanın imtiyazlı kullarına ayrıcalık tanıyan bir sistemde ayanların iktidardaki kendi hisseleri için mücadele etmeleri neticisinde yaşandığı açıkça görülür.46 Fakat çözülmesi gereken birkaç problem kalmıştır. Birincisi, merkezileşmiş sosyal mülkiyet ilişkilerinin değişime eğilimi olup olmadığıdır. Vakıfları bir istisna olarak dışarıda tutarsak, İmparatorluğun tarıma elverişli kısmı veya dinsel toprakların tamamı sultanın şahsi mülkü müydü? Vergi toplama, tımar ve iltizam başka bir şekle dönüşmüş müydü?

Cemal Kafadar Osmanlı İmparatorluğu'nun doğuşu üzerine olan son zamanlardaki bir çalışmasında devletin kuruluşunu esnek, karmaşık ve hatta kendisiyle çatışan bir süreç olarak tanımlar. Bu iki özelliğinden dolayıdır ki, Bizans sınırındaki diğer Türk beylikleri yok olurken, Osmanlı beyliği varlığını sürdürmüş ve bir imparatorluk olarak ortaya çıkmıştır. Kafadar, daha çok Osmanlı'nın merkezileşmiş gücü üzerinde bu nedenle durmaktadır. Bu merkezileşen güç aynı zamanda bölgesel genişleme olarak da gerçekleşmiştir. Fakat ikisi çatışma içinde olduğunda her zaman kaçınılmaz bir şekilde merkezi güç öne çıkmıştır.

Osmanlılar güçlerini yayma ve kuvvetlendirme çabalarının bir parçası olarak, ittifaklar kurma ve ittifaklardan ayrılma konusunda bir dizi stratejiye esnek bir tarzda dayanma politikası izlediler. Bu süreç, gerilimlerin artmasına yol açmasına rağmen Osmanlılar bu gerilimlerin çözümlenmesinde veya mevcut veya potansiyel çatışmaların bastırılmasında ehil olduklarını göstermişlerdir. Böylece aşamalı bir şekilde merkezileşmiş bir devlet vizyonunu geliştirmişlerdir. Koşullara göre merkezi devleti düzenlemişlerdir ve bütün çabalarını devletin bekası için harcamışlardır. Bürokratikleşme ve merkezileşme süreçleri içerisinde Osmanlılar dahil etme veya hariç tutma gibi taktikler kullanarak her zaman kontrolü ellerinde tutmuşlardır.47

Kafadar, doğası gereği devlet gücünün sahipliğinin zamanla değişmiş olabileceğini göstermiştir. Bu yüzden, on yedinci yüzyıl ekonomik krizinden sonra meydana gelen değişimlerin, sosyal mülkiyet ilişkilerinin sürekli değişen özelliği ve dinamiklerinin bir parçası olduğunu varsaymak mantıklı görünmektedir. Kafadar'ın argümanını daha ileriye götürerek, sosyal mülkiyet ilişkilerindeki değişmelerin genelde Osmanlı toplumuna ve özelde ise İslam dünyasına ait bilimlerin diğer alanlarında da değişimlere yol açtığını düşünüyorum.

Bu yüzden ekonomide olduğu gibi sosyo-politik alandaki değişimlerin, ne Wallerstein ve onu izleyen birçok Osmanlı tarihçisinin ifade ettiği gibi gümüşün Yeni Dünyadan akışının sonucu olmuştur ve ne de Gibb, Bowen ve diğer çöküş tez taraftarlarının iddia ettiği gibi 'hükmetme yetkisine sahip kurumların' içsel kusurlarının sonucu olmuştur.48 Dönüşüm daha çok uykudan uyanan Arap nüfusunun yoğun olduğu eyaletlerin yerel elitleriyle imparatorluk merkezine karşı olan Osmanlı elitleri arasındaki sınıf mücadelesinin sonucu olmuştur. Bu mücadeleler özellikle arazi ve vergilendirme gibi sosyal mülkiyet ilişkileri etrafında dönmüştür.

Peki bu sosyal mülkiyet ilişkilerinde ne tür değişimler oldu ve bu süreç nasıl yaşandı? Eğer, Kafadar'ın görüşlerini kabul edersek, bürokratikleşme ve merkezileşme süreci boyunca ekonomik ve politik güç kazanan belirli yerel elitlerin hem ekonomide hem de yönetimde ademi merkeziyetçi bir yapının oluşması için devleti baskı altına almış oldukları sonucuna varmış oluruz. Uzun vadede güç birikimini önlemek için Osmanlı yöneticileri tarafından uygulanan geniş bir kriterler alanı olmasına rağmen, Osmanlı Devleti'nin temsilcileri olarak mali ve idari bir güçle donatılan yerel elitlerin ayaklarını basacakları ilk basamağı kazanmışlardı. Ekonomik kriz ne zaman ortaya çıksa bu yerel elit güçler imparatorluk merkezinden bir imtiyaz koparma peşinde olmuşlardır. Elde etmek istedikleri imtiyazlar, ömür boyu kullanım hakkı, kendilerinden alınan verginin sabitleştirilmesi, kendi imtiyazlarını miras yoluyla devretme hakkı şeklinde olmuştur.

Sosyal mülkiyet değişimleri içindeki değişimler daha çok hükümdarların sahipliğinde olan 'miri' arazilerin dışındaki arazilerin sahipliği konusunda kendini göstermekteydi.49 İki tür sahiplik konu ile alakaladır. Birincisi, yukarıda gördüğümüz gibi idari görevleri olan kişilere ya da yerel elitlere mali bir karşılık olarak sunulan ve 'temlik' olarak isimlendirilen arazilerdir. Gelirin elde edildiği unsur, din unsuru dikkate alınmadan Müslüman olan ve Müslüman olmayan herkesin ödediği 're'ayadan oluşmaktadır. (Unutulmaması gereken askeri sınıfın vergiden muaf bir statüde olmasıdır). Diğer arazi türleri 'mevat' olarak bilinen tarım dışı arazilerdir. Bu çorak araziler potansiyel olarak yeniden canlandırılabilir topraklardı. Bunlar esas olarak sultanın seçkinlere bahşettiği mülkler için bir temel hazırlamıştır. Temlikler vasıtasıyla devlet tımar sisteminde gördüğümüz gibi askerlerin idamesini sağlamaktadır. Devletin ana geliri ise iltizamlardan sağlanmaktadır. Bahşedilen araziler devlet gelirinin önemli bir kaynağını oluşturmaktayken kullanılmayan çorak araziler ise devlet gelirindeki potansiyel büyümeyi göstermektedir. Çünkü ormanlar, bataklıklar, çöl araziler ve hatta yeni fethedilmiş arazilerden oluşan bu alanlar gelecekte elitlere bahşedilebilir niteliktedir, ki bu gelecekte mali gelirdeki artışlar anlamına gelmektedir. Böyle olmakla birlikte, on altıncı yüzyılın sonundan itibaren imparatorluğa hiç yeni arazi katılmamıştır ve nüfusun artması sonucu sahipsiz ekilebilir arazi kalmamıştır. Devletin gelirleri sadece bahşedilen arazilere bağlı kalmıştır.50 Bu yüzden, var olan kullanıma açık olmayan araziler ekonomik büyüme kapasitesinin bir göstergesi olarak kabul edilirse; bunların azalması Osmanlı ekonomisinin durgunluğunu temsil eder.

Devlet geliri sadece seçkinlere verilen arazilerden elde edilen gelire bağlı olduğundan, devlet vergi toplama yetkisine sahip olan yerel seçkinlerin insafına kalmıştı. Dolayısıyla, kolaylıkla yeni imtiyazlar verilmeye zorlanmıştı. Siyasi otorite ademi merkezileştiğinden sürekli gelirden de fedakarlıkta da bulunmuştu.

1585'ten sonra gerçekleşen büyük değişimler esas olarak tımar sisteminin bozulmasından kaynaklanmıştı. Tımarlar hazinenin bir gelir kaynağı olmadığından, devlet iltizam sistemini tımarlara tercih etti. Devlet faaliyet merkezini aşamalı olarak iltizamlar üzerine kuracak şekilde değiştirdi. Yerel taşra yöneticileri iltizamı ilk elde eden kişiler olmaları vasıtasıyla, vergi memurluğundan yerel girişimcilere doğru bir dönüşüm yaşamışlardır.

Mültezimler sahip oldukları bu pozisyonu koruyabilmek için sadece sahip oldukları mülkiyetlerinin tümünü beyan etmelerinin yanında, aynı zamanda tamamen teminat taahhüdü olarak başka sağlam sermaye kaynaklarına da sahip olduklarını göstermekteydiler. Bu yüzden, mültezim ne kadar zengin olursa olsun, teminat koşulları mültezimleri 'ayanların' varlıklarına dayanmalarına zorlamış, ve birbirine sıkı bir şekilde bağlı zengin bir insan grubunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu gruplar yerel ve devlet faaliyetleri üzerinde giderek artan bir etkiye sahipti.

Tımar arazilerinin iltizamlar tarafından kademeli olarak ele geçirilmesi ve sistemin büyük ölçekli olmasından dolayı, iltizam sisteminde değişiklikler kaçınılmaz olmuştu. Gelişmekte olan mültezim sınıfına yönetim tarafından verilen ilk imtiyazlardan birisi, belirli bir zamanla sınırlı bağışların süresinin uzatılması ve gittikçe mültezimlere ömür boyu mülkten yararlanma hakkı idi. Nihayetinde, mültezimler sahip oldukları ömür boyu kullanma hakkını miras yoluyla devretme hakkını da kazandılar. Malikane olarak da bilinen bu uygulama mültezimlere genişleyen alanlar üzerinde mülkiyetin vermiş olduğu haklara benzer haklar vermiştir. Bazı durumlarda bu bütün köyleri de kapsayabiliyordu.51

Mültezimler geniş arazi alanları üzerinde mülkiyet hakkına sahip yeni bir mülk sahibi sınıf olmuşlardır. Bu gelişmelerde, on sekizinci yüzyılın ünlü malikanelerinin alt yapısını oluşturan ve ücretli işgücü ile çalışan geniş çiftliklerden oluşan çiftlik sisteminin kökenini görmek mümkündür. Şimdi sultan tarafından mültezimlere verilen imtiyazların nedenlerine bir kez daha ayrıntılı olarak bakalım.

Halil İnalcık iltizam sisteminin büyümesinin esas olarak devletin gelirlerini toplamada veya kontrol etmedeki teknik, ekonomik ve bürokratik güçlüklerden kaynaklandığını ifade etmektedir.52 Diğer taraftan Haim Gerber bu değişimi özel mülkiyetin artmasıyla yerel mülk sahiplerinin yükselen gücüne atfetmektedir. Gerber, devletin resmi görevlileri ve taşralı güçlü kişiler yada ileri gelenlerin ('ayan) sahip olduğu gibi özel mülkiyet olarak kabul edilebilen geniş arazilere sahip olan mültezimlerin zorlaması sonucu bu imtiyazların doğduğunu tartışır. Böylece toprak sahibi bir elit sınıf sisteme dahil olmuş ve yarı bürokratik Osmanlı Devleti giderek yarı feodal bir devlete dönüşmüştür.53 Gerber'e göre askeri sınıflar aşamalı olarak iltizam sistemine sokularak tımar arazilerinden mahrum bırakılmıştır. Böylece iltizamlar arazileri ele geçirmiş ve yeni bir yerel elit tipi haline gelmiştir. Bununla birlikte, mültezimler içindeki askeri grupların entegrasyonu Osmanlı yönetimin dağılmasına katkıda bulunan ekonomik ve politik yerel güçleri oluşturmuştur.54

Eğer yerel güçlerin güçlenmesini anlamak istiyorsak, İnalcık ve Gerber'in büyük imtiyazların alınmasına yol açan yerel nedenlerin önemini ifade eden genel açıklamalarına katkıda bulunmalıyız. Kennet Cuno Mısır örneğinde verginin maliye elemanları tarafından doğrudan toplandığı kısa bir dönemden sonra Osmanlıların 1525 Kanunnamesi'nin verdiği yetkiye dayanarak iltizam usulüne göre vergi salma uygulamasını hayata geçirdiğinden bahseder. Cuno'ya göre verginin doğrudan toplanmasından dolaylı toplanmasına dönüşmesinin nedenlerinden birisinin Osmanlı'nın üretimi sürdürmek ve arttırmak için sorumluluğu yerel mültezimlerin eline verme isteğidir.55 Dahası, Cuno on yedinci yüzyılın ortalarında mültezimlerin doğal afetler nedeniyle ömür boyu elinde bulundurma ve miras yoluyla devretme gibi imtiyazları elde edebilmelerinin, verginin toplanmasında Osmanlı'yı bütünüyle yerel elitlere bağladığını ifade etmekted
 

Konu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst