Keşfet

Kuruluştan Tanzimat'a Kadar Osmanlı Dönemi Türk Mizahının Kısa Bir Tarihi / Prof. Dr.

Linux

Yaşlı Kurt
Katılım
14 Şub 2021
Mesajlar
3,707
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Konum
istanbul
Kuruluştan Tanzimat'a Kadar Osmanlı Dönemi Türk Mizahının Kısa Bir Tarihi / Prof. Dr. Tunca Kortantamer


Osmanlıların kuruluş döneminde ortaya çıkan sözlü ve yazılı edebiyat ürünleri Anadolu Selçukluları ve Beyliklerinin kültür dünyasından bağımsız olarak düşünülemez. Türklerin Anadolu'da varlığını ciddî bir şekilde göstermeğe başladığı 12. yüzyıldan itibaren her sınıf ve seviyeden insan kendilerine ait veya ortak çeşitli mekanlarda hikayeler dinliyor, kukla2, taklit izliyor, nükteler, şakalar yapıp gülüp eğleniyordu. Anadolu Selçuklu saraylarında komiklerin ve taklitçilerin varlığı biliniyor. Anadolu beyliklerinin saraylarında nedim, komik, taklitçi, ozan ve şairler vardı. Arap halifelerinin ve diğer hükümdarların saraylarında da bulunan nedimin görevi kıssa anlatmak, soytarılık, taklit yapmak, kısacası eğlendirmekti. Bunlar edebî terbiye sahibi, bilgili, zeki insanlar olurlardı.

Anlatılar genel olarak masal, menkabe, fıkra, eski hikayeler ve benzeri eski Türk kültüründen gelen unsurları, İran ananelerini, İran üzerinden gelen Hind hikâyelerini, İslam kültür dünyasının etkilerini içerirdi. 13-14. yüzyılların Anadolusunda ozanların yanında kıssahan, şehnâmehân gibi isimler taşıyan kişileri görmek mümkün oluyor. 15. yüzyıldan itibaren meddah lakabı aynı anlamda kullanılmağa başlamış, 16. yüzyılla birlikte gitgide yaygınlaşmış, ozanın yerini ise zamanla âşık ve saz şairi tanımları almıştır. Genellikle sanatını halk arasında icra eden bu kişiler klasik edebiyat temsilcileri tarafından küçümsenmişlerdir; ama onların aralarında seçkinleşenler en erken çağlardan itibaren saraylarda kendilerine yer bulabilmişlerdir.

Anadolu'daki mizah ürünleri elbette bu çerçeve içerisinde var olmuştur. Şurası muhakkak ki Anadolu'ya gelen Türkler'in bir mizahı vardı. En azından İslam öncesi döneme ait izler taşıyan Dede Korkut hikayelerindeki mizahî çizgiler ve ünlü kadın tiplemesi -her ne kadar yazıya geç geçmiş olsa bile- göçebe yaşantısından açık izler taşır.3 Ne yazık ki Türklerin Anadolu'daki ilk yüzyılından elimizde yazılı mizah ürünleri bulunmamaktadır. Bu yüzden belki de Anadolu'daki en eski mizah ürünleri hakkında bir fikir sahibi olmak için Farsça yazmış olmasına rağmen Mevlanâ'nın başta Mesnevî olmak üzere, Fihi Mâfih ve Mecâlis-i Seb'a adlı eserlerinde bir küçük kitapçık oluşturacak kadar çok sayıdaki güldürücü ve tabii ki aynı zamanda eğitici öğretici hikâyelere bakmak gerekir. Bunların bazıları daha sonraları Anadolu'da yazılan Türkçe mesnevilerde sık sık karşımıza çıkar;4 kimisi Bektaşî,5 kimisi Nasreddin Hoca6 hikâyesine dönüşür; kimisi ise günümüzde bile anlatılır.7 Sözlü geleneğe inanmak gerekirse, kayd-ı ihtiyatla karşılamak şartıyla Şeyyad Hamza ve Nasreddin Hoca hakkındaki söylentiler 13. yüzyılın ilk mizahî mısraları arasında yer alabilir.8

Türk mizahı söz konusu olunca 13. yüzyılın kuşkusuz en önemli ismi Nasreddin Hoca'dır.9 Nasreddin Hoca'nın adı çok geniş bir yayılma alanına sahiptir; Türkistan'dan Macaristan'a, Güney Sibirya'dan Kuzey Afrika'ya, Osmanlı egemenliğinin uzandığı bütün bölgelere onun fıkraları ulaşmış, fıkraların yayılmasında en önemli rolü başta İstanbul olmak üzere Osmanlı kültür merkezleri oynamıştır. Boratav'a göre "Hemen hemen her hikaye için Nasreddin geleneğinden bağımsız ve yazıya geçme aşamasından önce bir oluşum düşünebiliriz. Nasreddin geleneği, sözlü edebiyattan olduğu gibi, çeşitli dil ve kültür kökenli yazılı kaynaklardan da büyük ölçüde beslenmiştir.10

Bu kadar geniş bir alana yayılan bir kimliği tek bir kişiye indirgemenin güçlüğü ortadadır. Nasreddin Hoca'nın kimliği konusunda yetersiz belgelere dayanarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ancak araştırmaların günümüzde vardığı sonuçlar onun 13. yüzyılda yaşadığını, Sivrihisar çevresinden olduğunu, hayatını Akşehir'de sürdürdüğünü kabul ediyorlar. Öyle anlaşılıyor ki latifeleri ve tuhaflıkları ve kişiliği ile etkili olmuş bu Nasreddin Hoca'ya zaman içerisinde hem sözlü gelenekten hem yazılı edebiyattan, hem de başka kültürlerden bir çok hikaye uyarlanmıştır. Zaten Nasreddin Hoca hikayelerinde onun tarihî-gerçek kimliği ile değil, ismi etrafında oluşan efsane yani kurgusal bir kişilik, hatta ve hatta kişiliklerle karşı karşıyayız. Bu yüzden Nasreddin Hoca'nın kişiliği üzerinde durulurken, donmuş, değişmez, "ideal" bir tek fıkra kişisi "Nasreddin" yerine, onun ününün yayıldığı ülkelerin, ülkeler içinde bölgelerin hasılı değişik toplumların her birine özgü nitelikleri yüklenen, aynı bir yerde aynı bir toplum içinde ise çağının şartlarına göre durmadan değişen "Nasreddin Hocalar" düşünmek gerekir. Nasreddin Hoca fıkralarının oluşum, gelişim, dönüşüm süreçleri de bu yönteme uyarak izlenmelidir."11

Belki şaşırtıcıdır; ama Türk mizah edebiyatının elde bulunan ilk ürünleri arasında Yunus Emre'nin bazı şiirleri karşımıza çıkmaktadır. Bunların başında "şathiyye"lerin bilinen en eski örneği olan "çıktım erik dalına onda yedim üzümü" diye başlayan şiir gelir. 12 Bu tür şiirler dıştan bakıldığında şeriata aykırı gibi görünen; fakat tasavvufî anlamda bir hakikati ifade eden, iğneleyici ve alaycı bir üslûba sahip şiirlerdir. Daha çok tekke şairlerinin rağbet ettiği bu tarz şiirleri dinde katı kuralcılar küfürden saymışlardır.13 Yunus Emre'nin diğer bazı şiirlerinde inançta ve bilgide şekle kapılıp kalmış olanlar; ilahî sevgiye yeteneği olmayanlar gülünçleştirilerek kınanır.14 Yunus Emre'nin 14. yüzyılın hemen başlarında kaleme aldığı Risâletü'n-nushiyye'de ise Mevlanâ'dan alınma "duvar dibini delen hırsız hikayesi" bir mizah ürünü olarak dikkati çeker.15

13. yüzyılın elde bulunan yazıya geçmiş mizah ürünleri açısından gösterdiği bu yoksulluğa karşılık 14. yüzyıldan itibaren dikkati çeken bir yazılı malzeme zenginliği ve çeşitliliği ile karşılaşmaya başlarız. 14. yüzyıl, Türkçe büyük tasavvufî ve eğitici mesneviler ile nesir eserlerinin karşımıza çıkmaya başladığı bir yüzyıldır. Bu eserler yer yer güldürücü hikâyeler de içerirler. Söz gelişi Gülşehrî'nin 1317'de yazdığı Mantıku't-tayr'da Mevlânâ'dan alınan "nahivci ile gemici"16 hikâyesi, Kelile ve Dimne'den alınan "arslan ile tavşan"17 hikâyesi ya da "Dâstân-ı Rüstem ve kurd"18 gibi hikâyeler yer alır. Aynı şekilde Aşık Paşa'nın Garibnâme'sinde, bir bedevînin ateş yakmak için çakmak taşı ve kava yalvarması,19 ya da Mevlânâ etkisindeki, tesadüfen yol arkadaşları olan Türk, Arap, Fars ve Ermeni'nin üzüm için kavgalarını anlatan hikâyede20 olduğu gibi güldürücü sahneler bulunur.

14. yüzyılın ilk yarısında Doğu'nun dünyaca ünlü kitabı Kelile ve Dimne'yi Kul Mesud, Aydınoğlu Umur Bey adına çevirir. Hint kaynaklı olan eğitici öğretici karakterli hayvan hikâyelerinden oluşan bu eserdeki hikâyelerin bir kısmı güldürücüdür. Sanskritçe'den Pehlevî'ye oradan 8. yüzyılda İbni Mukaffa tarafından Arapça'ya sonra Farsça ve Türkçe'ye çevrilen eserin Türkçe'de çok sevildiğini ve hemen hemen her yüzyılda Türkçe'ye çevirilerinin yapıldığını görüyoruz.21 Bu eseri halk hikâyelerinden farklı olarak saraylarda ve çoğu klasik eğitimden geçmiş aydın çevrelerde okunmak üzere yazılan ve çokluk Arapça ve Farsça eserlerden çevrilmiş veya o örneklere uyularak yazılmış eserler kategorisinde düşünmek gerekir.22
 

Konu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst