Keşfet

Klasik Dönemde Osmanlı Ekonomisi / Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu

Linux

Yaşlı Kurt
Katılım
14 Şub 2021
Mesajlar
3,707
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Konum
istanbul
Klasik Dönemde Osmanlı Ekonomisi / Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu


ktisadın konusu olan iktisadî faaliyetler, insanların hayatlarını sürdürebilmeleri için yapmak zorunda oldukları faaliyetlerdir. Her insan beslenmek, giyinmek ve barınmak ihtiyacındadır ve iktisadî faaliyetler de öncelikle bu temel ihtiyaçları giderme amacını güderler.

İktisadî meseleler toplumlara göre değiştiği için iktisat, kültürlere ve ideolojilere göre farklılık göstermektedir. Yunan felsefesindeki İbrani-Hıristiyan düşüncesinde olduğu gibi, İslam geleneğinde de iktisat düşüncesi sahasında fıkhî ve tarihi eserlerle siyaset eserlerinde malzeme bulunmaktadır. Özellikle toprak, ticaret ve fiyat siyaseti gibi konularda bağımsız eserler yazılmıştır. Maamafih Batılı anlamda "iktisat bilimi" modern kapitalizmin bir ürünüdür ve İskoçyalı ahlakçı ve iktisatçı Adam Smith'le (1723-1790) başlamıştır. Yunan felsefesi, Roma hukuku, İbrani-Hıristiyan düşüncesi, merkantilizm, fizyokrasi akımları bu döneme uzanan süreçte kapitalist iktisat bilimine kaynaklık etmişler, katkıda bulunmuşlardır. Bir başka ifade ile sanayi devrimi döneminde kapitalizmin ihtiyaçları, iktisat ilminin (siyasî iktisat-political economy) doğmasına yol açmış, fabrikanın olduğu her yerde, sosyal bilimler gibi, iktisat da ortaya çıkmıştır.

Kapitalist iktisat bilimi homo economicus ve tam rekabet düşüncesinden kaynaklanan tümdengelimci yöntemi ön plana çıkarır. Üstelik Batı'ya özgü hadise ve vakıaları evrensel olarak kabul eder. Özellikle Ricardo geleneğinin mutlakçılığına ve evrensellik iddiasına karşılık iktisat tarihçilerinin temel fikrinin, bir iktisadî izafiyet (relativism) kurmak olduğu söylenebilir. İktisat tarihi ayrı bir bilim olarak gelişirken işte bu relativiteden hareket ediyordu.

Bu yaklaşımları hesaba katarak inceleyeceğimiz Osmanlı sistemini, öncelikle belgelerden hareketle belli bir bütünlük içerisinde ele almak zarureti vardır. Zira sistem kendisini belli bir anda başlatmadığı gibi günümüz Türkiyesi'ni açıklamak için de bu sistemi bütünüyle bilmek gerekmektedir.

Burada karşımıza çıkan en büyük engel başka ortamlarda oluşmuş teorilere ve hatta ideolojilere güvenmektir. "Feodalite", "Asyagil üretim tarzı", "Vergisel üretim tarzı", "Patrimonyal devlet" gibi yaklaşımlar bir paradigmanın bir başka paradigmayı anlama çabalarını aşarak çok kere hurafelere dönüşmektedir. Bu yüzden sisteme ilişkin kitap ve layihaların içerdiği yakınmalar olduğundan fazla büyütüp oluşturulan tuzaklara düşmeden öncelikle belgelerden hareketle sistemi anlamaya çalışmalıyız.

Dönemler

Osmanlı sistemini Osmanlı hanedanının yönetimde bulunduğu 624 yılla sınırlandırmak doğru değildir. Kuruluş dönemini yoğunlaşmalar ve yıkılış dönemini de yoğunluğu kaybetmeler olarak görmek daha anlamlı olabilir. Bu yüzden sistemi en azından Türklerin Anadolu'ya gelmeye başladıkları XI. yüzyıl ile Cumhuriyet dönemine tekabül eden XX. yüzyıl arasındaki tarih süreci içersinde ele alma eğilimindeyiz.

Yaklaşık bin yıl boyunca oluşan sistem iki döneme ayrılabilir. Birinci dönem klasik dönem (nizâm-ı kadîm), ikinci dönem de yenileşme dönemidir (nizâm-ı cedîd). Yenileşme ihtiyacı klasik sistemin özelliklerini kaybetmesiyle ortaya çıkmıştır. Bunun için öncelikle klasik yapıyı bilmek gerekmektedir.

I. Klasik Dönem

Klasik dönemin başlangıcı, Selçukluları da içine alacak şekilde, Türklerin Anadoluyu yurd edinmeye başladıkları XI. yüzyıla götürülebilir. Klasik dönem, XI. yüzyıldan XVIII. yüzyıl sonlarına kadar uzanan yaklaşık 8 yüzyıllık dönemdir. Bu dönem oluşma, (1075-1453), olgunlaşma (1453-1683) ve esnekliğini kaybetme (XVIII. yüzyıl) alt-dönemlerine ayrılabilir.

A. Oluşma

Oluşma dönemine başlangıç noktası olarak Türklerin Anadolu'yu yurt edinmeye başladıkları XI. yüzyılı alıyoruz.1 Bu dönem yaklaşık bir ifadeyle XI. yüzyıldan yani Malazgirt Savaşından ve Anadolu Selçuklu Devletinin kuruluşundan İstanbul'un fethine kadar geçen 400 yıla yakın süredir (1075-1453). Bu sürenin ilk yarısını Selçuklu dönemi (1075-1319), ikinci yarısınıda Osmanlı sisteminin teşekkül dönemi (1300-1453) oluşturur.

1. Oluşmanın Kaynakları

Osmanlı iktisat sistemi geniş bir etkileşim çerçevesinde oluşmasına rağmen temelde üç ana kaynaktan beslenmiştir. Bunlar eski Anadolu uygarlıkları, Türkistan tecrübesi ve İslam ekonomisidir.

A. Anadolu

Anadolu Asya'yı Avrupa'ya bağlayan bir transit ticaret bölgesidir. Bu yarımada tabiî kaynakları zengin, iklimleri az çok farklı bölgelerden oluşur. Irmak havzalarında ve sulama imkanları doğduğunda kurak yerlerinde ziraat yapılan verimli topraklara sahip olmasına rağmen transit ticaret bölgesi olma onun çağlar boyunca değişmeyen temel özelliğidir.

Anadolu'da M.Ö. 500 yıllarında varolan hayatın belgelerini arkeolojik çalışmalar bize sağlamıştır. İlkçağlarda çeşitli kavimler Anadolu'da şehirler kurmuşlar, ticaret ve sanayi hayatını geliştirmişlerdir. Yani Anadolu çeşitli medeniyetlere tanıklık etmiştir.

Ticaret yolları Ege sahillerinden, Karadeniz'e, Güneydoğu'ya bağlanmış ve Suriye'ye ulaşmıştı. 'Hükümdar yolu' denen bu yol önemini, Selçuklu dönemi dahil, binlerce yıl sürdürmüştür. Bu dönemde Anadolu kalabalık bir tüccar zümresi barındırarak, transit ticaret bölgesi olma özelliğini güçlendirmişti.

Bizans devri Anadolusu dünya ticaret yollarının dışında kalmıştı. Dolayısıyla bu devir Anadolusu'ndan hemen hemen hiç bir büyük eser kalmamıştır. Oysa aynı dönemde Müslümanların elinde bulunan Doğu Anadolu çok ileriydi. Bizans'ın elinde kalan Antalya ve Trabzon limanları İslam dünyasıyla yapılan ticaret sayesinde nisbî bir canlılık göstermiştir.

B. Türkistan

Türklerin anayurdunu oluşturan Orta Asya'nın Kuzey yarısını kaplayan Türkistan güneyde sıradağlarla çevrilmiş olduğu gibi, orta kesimlerinde de sıradağlar bulunan çöl ve bozkırlarla kaplı 5.340.066 km2 lik (Anadolu'nun yaklaşık yedi katı genişliğinde) bir bölgedir. Bugün Doğu yarısı Çin'e aittir. Batı yarısı ise Sovyetlerin dağılmasıyla bağımsızlaşan çeşitli cumhuriyetler halindedir. Bunlar Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Tâcikistan'dır.2 Türkistan, Ceyhun (Amuderya) nehrinden İç Asya dağları ve çöllere kadar uzanan bir çok bölgeyi içine almakta ve Doğu'ya doğru gidildikçe Türk unsuru çoğalmakta ve ırkî birlik görülmektedir.

Göçebe hayvancılık Orta Asya'nın büyük bölümünü teşkil eden bozkırlar, çöller ve dağlarda sürdürülmüş ve bütün çağlarda en önemli üretim tarzı olarak devam etmiştir. İşte bu üretim tarzı Türklerin Anadolu'ya gelmesinden sonra yaygın bir ekonomik faaliyet türü olmuştur.

Göktürk Devleti VI. yüzyıl ortalarında (552) kurulmuş, VIII. yüzyılda doğudan Çinlilerin ve batıdan Arapların baskısı sonucu yıkılmıştır. Maamafih burada en esaslı çözülme faktörü olarak eski Türk kabileciliğinin uzun ömürlü siyasî bütünleşmelere imkan vermemesini ileri sürebiliriz.3 Bu yüzyıldan başlayarak üç yüzyıl süren Arap istilası Türklerin Müslüman olmasıyla ve bu yeni durumun gerektirdiği siyasî, içtimaî ve iktisadî oluşumların ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır.

Böylece Türkler VIII. yüzyıldan itibaren Batı'ya doğru harekete geçtiler. X. yüzyılın başlarına doğru da Karahanlılar ilk Müslüman Türk devletini (Satuk Buğra Han'ın 920'da Müslüman olmasından sonra) oluşturdular. Türklerin kitlevi olarak İslam'a girişleri X. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gerçekleşmiştir. İslam'ın Türkler arasında hakim din oluşu ise XI. yüzyıldır.4

C. İslam Ekonomisi aa. Tarihî Gelişim

VII. yüzyıl başlarında Orta Doğu'dan başlayarak dünyada etkili hale gelen İslam, sosyal, siyasî ve iktisadî bakımlardan da sistem oluşturmuş bir dindir. Yine İslam sadece 'İslam dünyasının' esasını teşkil etmekle kalmamış, Batı'nın oluşumunda da önemli bir yere sahip olmuştur.

İslam; Asya, Afrika ve kısmen Avrupa ticaretlerinin kavşak bölgesi olan Arap yarımadasında doğmuştu. Yarımada bu özelliği ile devrin iki süper devleti olan Bizans ile İran arasında sürekli bir nüfuz mücadelesi alanıydı. Yarımadada transit ticaret yanında bazı bölgelerinde tarım ve hayvancılık, dokumacılık, demircilik, terzilik gibi küçük sanayi yaygındı. Piyasada çeşitli yabancı paralar tedavül ediyordu. Ödemelerde külçe altın ve gümüşün kullanılabilmesi mübadele hacminin genişliğini ispatlar.

İslam'ın doğduğu ortam para ekonomisinin geliştiği, tüccar oligarşisi tarafından sömürülen, adaletsizliğe karşı duyarlı bir küçük sanatkar ve köle topluluğunun bulunduğu Mekke şehir ortamıydı. Fakat İslam bu noktada kalmayarak, özellikle ezilen kesim tarafından büyük bir coşkuyla karşılandığı ve çöl bedevilerini de içine aldığı gibi tüccar ve 'aydın'lar arasında da yayılmıştır. Böylece karmaşık bir toplumun prototipi olan bir toplumda her zümreden insana hitap edebilmiştir.

İslam'ın doğuş çağında, Batı Roma'nın barbar istilalarına dayanamayıp yıkılması üzerinden henüz iki yüzyıl bile geçmeden Avrupa kapanma ve boğulma devrine girmişti. Bizans ve İran yıkılış öncesindeydiler. Türkistan'da Göktürk Devleti mevcuttu. Yemen'de İranlılar hakimdi. Arabistan'ın kuzeyinde İran ve Bizans'a bağımlı Arap devletçikleri vardı.

İslam Peygamberi 12 yıllık Mekke döneminde (610-622) daha çok iman konusu üzerinde durmuş, dinin sosyal yönü, Müslümanların ayrı bir cemaat olarak örgütlenmesi seviyesinde kalmıştı. Medine'ye hicretle başlayan 10 yıllık dönem (622-632) içerisinde bu kentte bir devlet oluşturulmuştu. Bu dönemde İslam ilkelerinin sosyal, iktisadî ve siyasî boyutları güçlenmişti. Hz. Peygamber'in vefatında (632) bütün Arabistan'dan başka Güney Filistin ve Güney Irak İslam hakimiyeti altına girmiş, Akdeniz'de etkinlik sağlanmıştı. Daha sonraki yüzyıllar bu 22 yıllık dönemde oluşan ilkelerden hareket eden bir çok kurumun teşekkülüne tanık olacaktır.

Hz. Peygamber'den sonra işbaşına gelen halifeler döneminde (632-661) İslam geniş bir alana yayıldı. Mahallî kurumlar, bürokrasi, maliye ve para sistemleri, kısaca mahallî gelenekler bazı düzeltmelerle varlıklarını sürdürüyorlardı. İslam'ın Avrupa'yı Akdeniz'den ve dünya ekonomisinden kopardığı ve kendi içine ittiği şeklinde ifade edilebilen, Pirenne'in ünlü tezinin tam aksine Batı, İslam fetihlerinden etkilenerek kapanma ve boğulma devrine girmemiş, bu fetihler sayesinde ticaret ve kültür dünyasına bağlanmıştır. Halbuki IV ve V. yüzyıllarda Kuzey'den gelen barbar istilası, Merovenj ve daha sonra Karolenjlerin yönettiği Batı'da iktisadî kapanmanın sebebi olmuştu. İslam'ın yayılması ise bir süre sonra Batı'nın iktisadî gelişmesine yol açacaktır.5

Emevî halifesi Abdülmelik'ten (685-705) önce Arap ülkelerinde dinar denen Bizans ve dirhem denen İran paraları tedavül ediliyordu. Müslümanların para operasyonları Halife Ömer devrinde başlamış, tedavüldeki dirhemler standardize edilmiş, Hz. Ali ilk İslam dinarını basmış (660) fakat bu para piyasada tutunamamıştır. Abdülmelik bu duruma bir son vererek İslam paralarını basmaya başladı (693). İslam gümüş dirheminin ağırlığı halife Ömer'in tespit ettiği şekilde kalmıştı. Ancak İslam altın parası yani dinarı Bizans dinarından daha Hafif idi. Kötü para iyi parayı piyasadan kovduğu için biraz ağır kalan Bizans dinarları piyasadan çekildiler, yerlerini İslam dinarına bıraktılar.6

Emevî fetihleri dünya ticaretinin Müslümanların eline geçmesini sağlamıştı. Bu devlette kara ticareti önemli iken Abbasîler zamanında deniz ticareti ön plana geçmiştir. XII. yüzyıla kadar Hıristiyanlar, İbn Haldun'un söylediği ileri sürülen biraz da mübalağalı bir deyişle, Akdeniz'de bir tahta parçası bile yüzdüremez hale gelmişlerdi. Yani Akdeniz Müslümanların denetimi altındaydı.7

Atlas okyanusundan Çin sınırlarına, Hind okyanusundan Hazar denizinin kuzeyine kadar uzanan bölgelerde, bir İslam ortak pazarı çerçevesinde yoğun bir ticarî faaliyet görülmekteydi. Uzak Doğu-Avrupa ticareti müslümanların denetimi altına girmişti. Rusya'da, İskandinavya'da, İngiltere'de ve İrlanda'da yapılan kazılarda ele geçen İslam paraları ulaşım imkanlarının kısıtlılığına rağmen, İslam paralarının hakimiyetinin ve ticaretinin ne kadar geniş sahalara yayıldığını gösterir.8

Türkistan'dan İspanya'ya kadar uzanan İslam fetihleri eski dünyanın iktisadî bakımdan değerli alanlarını İslam toprakları haline getirmişti. Atlas okyanusundan Çin sınırlarına, Hind okyanusundan Hazar denizinin kuzeyine kadar uzanan bölgelerde, bir İslam ortak pazarı çerçevesinde yoğun bir ticarî faaliyet görülmekteydi. Uzak Doğu-Avrupa ticareti müslümanların denetimi altına girmişti. Yine bu büyük alan üzerinde muazzam bir kültürel ve iktisadî etkileşim ortamı doğmuştu.9

Bu ortamda yeni Müslüman olan ülkelerin İslam ilkelerine ters düşmeyen iktisadî malî, hukukî, siyasî birikimleri İslam'dan sayılmıştır. Böylece her ırk, renk ve dilden insanın kalp, kafa ve kol güçleriyle müşterek İslam medeniyeti oluşturulmuştur.10

Fetihler sonucunda büyük servetler Müslümanların eline geçmişti. Sasanî saraylarından ve Bizans kiliselerinden elde edilen altın stokları mübadele hacmini genişletiyordu. Zira bu kıymetli madenler para halinde tedavüle sürülüyordu. Para arzının artışı piyasayı kamçıladı ve büyük iktisadî canlılık ortaya çıkardı. Her çeşit mala karşı büyük bir talep uyandı. O zamana kadar ulaştırma imkanları olduğu kadar sırf ödeme güçlüklerinden dolayı kapalı kalan, yukarda belirttiğimiz, pazarlar açılarak ekonomiyle bütünleşti.11

Öte yandan İslam'ın ilk yüzyılından beri hem ideal hem de kurum olarak varlıklarını sürdüren gençlik (fütüvvet) teşekkülleri IX. yüzyıldan itibaren yukarıda belirttiğimiz sosyal tepkinin de bir yansıması olarak yeni çalışma organizasyonları oluşturdular. Bütün İslam dünyasını saran bu teşekküller esnaf birlikleridir. İslam esnaf birliklerinin tasavvufî bir ideal ve kurum olan fütüvvetten beslenen yapısının XI. yüzyılda oluşmaya başlayan Batı esnaf birliklerini (korporasyonları) etkilediğini biliyoruz.12 Esnaf birliklerinin Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Devleti'nde nasıl önemli kurumlar olduklarını daha sonra göreceğiz.

Bunun yanında Abbasî Devleti'nin IX. yüzyıldan itibaren Karmatî hareketi gibi iç isyanlarla zor duruma düştüğünü görüyoruz. Üstelik XI. yüzyılın ikinci yarısında başlayan Haçlı ve Moğol saldırıları bunalımları şiddetlendirecek, iktisadî ve ticarî faaliyetlerle birlikte şehir hayatı da canlılığını kaybedecektir. İşte Selçukluların tarih sahnesine çıkmaları böyle bir ortamda gerçekleşmiştir.

İslam iktisadiyatının, Bizans dünyasıyla birlikte XII. yüzyılın sonuna hatta XIII. yüzyılın ortalarına kadar Batı üzerinde gerçek bir üstünlüğe sahip olduğu savunulur. Bunun son yüzyılı ise Selçukluların hakimiyeti altındadır.

İslam ülkelerindeki iktisadî uygulama ve kurumlar Haçlılar vasıtasıyla Avrupa'yı etkilemiştir. Bazıları, çek gibi isimleriyle beraber varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bankalar Avrupa'da ilk defa XV. yüzyılın başlarında İtalya'da ortaya çıkmıştı. Çek kullanımı da aynı dönemde başlamıştır. İslam ülkelerinde daha VII. yüzyıldan beri varlıkları bilinen çek ve poliçe uygulamasının da tesiriyle para ekonomisi oldukça gelişmişti. Yine rehin işlemine dayanan bir kredi işlemi olan muhatara, Batı'da mohatra adıyla da uygulanmıştır. 13

bb. Sistem

İslam iktisadı temelinde Kur'an ve Hadislerin bulunduğu ilkelere dayanmaktadır. Her sistem gibi İslâm da denge fikrine dayanır. Bu dengenin üç yönü vardır. Evrenin dengesi, insanın dengesi ve toplumun dengesi.

Evrenin dengesi: Evrenin dengesini maddenin geçiciliği mananın ise ebediliği sağlar. Bunun için madde mananın emrine verilmelidir. Daha somut olarak dünya hayatı ve maddî ilişkiler ahirete hazırlık dönemini oluşturur ve "Dünya ahiretin tarlasıdır". İnsan, bu dünyada yaptıklarından öbür dünyada sorguya çekilecektir. İnsanın yaratılış nedeni Allah'a kulluktur. Bu kulluk, belli zamanlarda yapılan ibadetlerle sınırlı olmayıp sürekli bir iyilik arama çabası ile günlük hayattaki iyi niyet ve içtenliktir. Bu yüzden İslam "homo economicus" (iktisadî adam) görüşüne yabancıdır. Evrenin yaratılış sebebi insanın sınanmasıdır.14 Bu çerçeve içerisinde her türlü dünya nimeti insanlar için yaratılmıştır ve meşru yollardan elde edilmek şartıyla onlara helaldir.

İnsanın dengesi: İnsan aşırılıklardan kaçınmalı, yani itidalli olmalıdır. Bunun için israf (savurganlık) yasağı temel ilkelerden biridir. Yine tüketimi ekonominin motoru haline getirmek İslam ekonomi düşüncesinde mevcut değildir. Harcamalarda ve tüketimde bunun için itidal savunulmuş, tıpkı israf gibi yetersiz harcama ve tüketim de (taktîr, cimrilik) yasaklanmıştır. Alkollü içki, kumar ve talih oyunlarının yasaklanması, lüks ve israf yasakları bireyler arasında bir tüketim dengesi sağlayarak, tüketim eğiliminin toplumun her kesiminde biraz farklı fakat yaygın bir şekilde canlı kalmasını sağlar.

Toplumun dengesi: İslam fıkıh literatüründe büyük yer kaplayan bu denge unsurları adalet kavramıyla açıklanabilir. Adalet kelime anlamıyla da denge demektir. İnsanla ilgili olan itidal kavramı da aynı kökten gelir. O halde İslam ekonomisinin topluma ilişkin hükümleri sosyal adalet olarak ifade edilebilir.

İslam'ın sosyal ve iktisadî ilkelerinden en önemlisi toplumculuk (cemaatçilik)tur. Kişi haklarıyla toplum haklarının çatıştığı noktalarda toplum haklarının tercih edileceği kurallaştırılmıştır. İslam, toplumculuğunu, kişilere sorumluluk verip ve kişilikleri güçlendirip onları toplumun hizmetine vererek sağlamak istemiştir.15 İslam insanların doğuştan 'hür ve eşit' olduklarını kabul eder.16 Bu, eşitlik kavramı ile' işe en yakından başlama' ilkesi birbirini tamamlar. Toplumsal bütünlüğün bireylerin en yakın çevrelerinden, ailelerinden, akrabalarından ve komşularından başlayarak sağlanması amaçlanır.

Mülkiyet olgusu da bir yönüyle insan kişiliğiyle ilgilidir. İslam insana güvendiği ve onun şahsiyetine büyük değer verdiği için özel mülkiyeti de tanır. Zira özel mülkiyeti kabul etmeyen sistemler insana güvenmeyenlerdir. Mülkiyetin asıl sahibi Allah'tır ve kulların sahip oldukları mülk onlara Allah tarafından verilen ve sınanmalarına yönelik emanetten başka bir şey değildir. Özel mülkiyet bu imtihan esprisi çerçevesinde toplumsal görev niteliği olan bir haktır. Helal yollardan elde edilen mülkiyet saldırılardan korunmuştur. Ancak özel mülkiyetin toplumsal çıkarlarla çatışmaması gerekir.

İslam iktisadı genel toplumcu yaklaşıma paralel olarak devlete bazı fonksiyonlar yükler. İslam ilkelerine ters düşmeyen uygulamalar dışında devlete itaat 'farz' kılındığı için, ekonominin işlemesinde devletin önemli bir yeri vardır. Bu etkinlik örgütleme, sosyal adaleti ve güvenliği sağlama noktalarında yoğunlaşır. Genel bir ifade ile devlet üretimle değil denetimle görevlidir.

Emek en yüce değer kaynağı ve temel üretim faktörü olarak kabul edilmiştir. 17 Teşebbüs de emek kavramı içerisinde ele alınır. Bir iş ve hizmet üreten esnaf ve sanatkârlar da bu kavrama dahildir.

Emeğe verilen önem, emeksiz kazançlara yani ribaya cephe alınmasına yol açmıştır. Bu ad altında toplanan her türlü faiz, zamanla oluşan rant ve spekülatif kazançlar yasa dışı kabul edilmiştir. Buna karşılık kâr güdüsü girişim özgürlüğüne paralel olarak çok geniş çapta kullanılmıştır. Ribanın asgariye indirilmesinin yolu öz sermayeye dayalı bir ekonomi kurulması ve kredi kullanımının azaltılmasından başka bir şey değildir. Bu da (az sayılı) ortaklıkların teşviki ile olur.

Sermayeye genellikle emekle birlikte üretim faktörü olma şansı tanınmış, üretim cihazının dışında atıl kalmaması öngörülmüş veya üretime bir kredi kaynağı olarak katılarak faiz gelirine bağlı kalmaması istenmiştir.

Servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması ile adil gelir dağılımı iktisat siyasetinin temel hedeflerindendir.18 Bu hedefe doğru ilkin büyük mülkiyetlerin oluşma süreci ortadan kaldırılır. Yine sosyal sınıflaşmanın oluşmasına imkan verilmez. Ancak imtiyazlara karşı bir tutum takınan İslam kabiliyet ve gelir farklılaşmasını tabiî kabul edip bunu işbölümünün ve sosyal hareketliliğin temeli sayar.19 Gelir, yetenek ve güç farklılaşması bir üstünlük sebebi olmamakla birlikte sınamanın aletleridir.20 Bireylere üstünlük ilmi ve ahlaki anlamlarda tanınmıştır. Bu yüzden İslam toplumlarında Batı anlamında bir sınıflaşma görülmediği gibi toprak aristokrasisi ile sanayi ve ticaret burjuvazisinin oluşması sistemli olarak önlenmiştir.

Zekat, ister malî ister sosyal güvenlik kurumu olarak ele alınsın, bir nesil içinde servet ve mülkiyetin yaygınlaşmasının en önemli aracıdır. Zekatın adil gelir dağılımını sağlama fonksiyonu miras hükümleri ile nesiller arasında gerçekleştirilir. Miras serveti mümkün olduğu kadar geniş bir yakınlar kümesi arasında bölüştürerek küçük parçalara ayırır.

Sosyal adaletin son bir özelliği de iktisadî istikrardır. İstikrarın üç önemli esası üretim ve arzın yüksek seviyede tutulması, istikrarlı para sistemi ile fiyat ve kalite denetimidir.

Büyük tarımsal topraklarda, kişilere kullanım hakkının tanınması yanında, kural olarak devlet mülkiyeti tanınmıştır. Daha Hz. Peygamber döneminde ikta denen bu uygulama sonraları tımar sistemi olarak yaşatılmıştır.

İslam ekonomisi istikrarlı ve reel para sistemini belirsizlik ve bilinmezliklerin giderilmesi ilkesinin tabiî bir sonucudur. Paranın sadece mübadele aracı olma fonksiyonu ön plana çıkarılmıştır. Yine madenî para sistemi asırlarca fiyat istikrarının en önemli amili olmuştur.

Fiyat ve kalite denetimi narh sistemi olarak yaşamıştır. Buna göre fiyatların, ilke olarak, tekelci müdahalelerin olmadığı bir piyasada serbestçe oluşması istenmiştir. Devlet veya tekelci güçler tarafından yapılacak müdahalelerin ticaret hacmini daraltacağı ve karaborsaya yol açacağı bilinmektedir. Özellikle ithal mallarına yapılacak böyle bir müdahale mal gelişini engeller. Ancak eksik rekabet şartları altında ve özellikle ihtikar ortamı oluştuğunda fiyatlar devlet denetimine tâbidir. Fiyat denetimi gibi narh sistemi içinde yer alan kalite denetimi ve standardizasyon da aynı zamanda bilinmezlik ve belirsizliklerin giderildiği reel ekonominin gereğidir.

İslam ekonomisi kapitalizmin dayandığı kitlevî üretim olgusunu benimsemez. Buna karşılık ihtiyaca göre üretim fikrini uygular. İlk bakışta bu yaklaşımın yüksek bir üretim kapasitesi oluşturamayacağı düşünülebilir. Ancak küçük üreticiliğin hakim kılındığı bir sistem içinde herkesin ihtiyacını gidermeyi hedefleyen yüksek bir üretim seviyesi tutturulmuştur. İhtiyaçların başında halkın beslenme, giyinme ve barınma ihtiyaçları gelir. Bu yüzden tarım ve küçük sanayi sistemiyle savunma ihtiyaçlarını gidermeye yönelik sanayi faaliyetleri öncelik taşır.

Yine ticarî faaliyetlerde tüketiciyi aldatacak davranışlardan kaçınılması, mal fiyatlarını yapay olarak yükseltecek spekülatif müdahalelerden uzaklaşılması istenmiştir. Mal komisyonculuğu yasaklanmış, malların üreticiden tüketiciye en kısa yoldan ulaşması amaçlanmıştır.

Her sistem gibi İslam ekonomisi belirleyici olmak ister. Bunun için savunma araçları üretiminde bağımsızlık hedeflenir. Yine Müslüman olmayan faal nüfustan baş vergisi olarak alınan cizye de, gayr*i müslimlerin askerlikten muaf olmaları ve himaye edilmeleri yanında, Müslümanların hakimiyetinin de bir sembolüdür. Harac da Müslüman olmayanlardan alınan %50 tavanı olan bir tarımsal ürün vergisidir.

İslam'ın doğuşundan Selçukluların İslam medeniyetine mirasçı oldukları döneme kadar geçen dört yüzyıllık sürede İslam'ın iktisadî ve kültürel üstünlüğü ilkelerinden ve bu ilkelerin geleneksel oluşumundan kaynaklanıyordu. Yine İslam eski kültür ve medeniyetlerin mirasını korumuş ve geliştirmişti. Ayrıca İslam bunların olumsuz yönlerini ortadan kaldırabilecek kudrete sahipti.21 İşte Selçuklular ve daha sonrada Osmanlılar bu kudrete varis olmuşlardır.

2. Oluşmanın Esasları

Osmanlı toplumu oluşurken çok yönlü ve karmaşık bir etkileşim sistemi içerisindeydi. Bu oluşumu açıklayabilmek için yapılması gereken ilk şey Osmanlı toplumunun, tarihî-kültürel ve coğrafî-iktisadî olarak yerine oturtulmasıdır. Bu yapılmadan Osmanlı toplumu üzerinde mantıkî olarak doğru olsa bile "realite"ye uygun düşmeyen nazariyelere saplanmak kaçınılmaz olabilir.

İlkin, Osmanlı iktisat sisteminin oluşmasında, ilkeler ve kurumlar açısından İslam ekonomisinin ve İslam devletlerinin büyük payı vardır. Osmanlı Devleti geçmiş İslam devletlerinin mirasçısıydı. Özellikle Selçuklular, İlhanlılar, Eyyûbîler, Memlûkler ve Anadolu Beylikleri bunların en yakınlarıdır. İkta-tımar, mukataa, fütüvvet-ahilik-esnaf, hisbe-ihtisap gibi kurumların İslam devletlerinden tevarüs edildiğini biliyoruz.22

Bu devamlılığa dikkat etmezsek Osmanlı'nın Anadolu'yu ihmal ettiği ve daha çok Balkanlar'a yatırım yaptığı gibi yanıltıcı yargılara saplanmamız kaçınılmazdır. Zira Anadolu'daki, kervansaray, medrese, hastane gibi sosyal yatırımları Selçuklular ve İlhanlılar yapmışlar, Osmanlılara fazla bir alan bırakmamışlardır.

A. Siyasî Birlik

Klasik dönem Osmanlı zihniyetini belirleyen unsurların başında tevhid inancının siyasî yansıması olan üniter devlet anlayışı gelmektedir.

Türklerin Müslüman oluşları İslam ilkelerinin eski geleneklerle çatışma problemini de beraberinde getirmiştir. Bunların başında aşiret zihniyeti gelir. Asabiyet dediğimiz kabile bağlılığı arkaik toplumların önemli bir gücüdür. Fakat bu, İslam'ın siyasî birlik anlayışıyla çelişir. İşte Hunlar gibi antik Türk devletlerinin zamanla bölünmelerine dolayısıyla yıkılmalarına yol açan eski aşiret zihniyeti yerini adım adım merkezî-üniter devlet anlayışına bırakmıştır.

Karahanlılar (992-1212) gibi ilk Müslüman Türk devletleri bu problemi çözememişlerdir. Bu devlet daha başlangıçta ikiye ayrılmıştı. Devşirme usulü, aşiret asilzadeliğine dayalı sistemi ortadan kaldırmada büyük bir öneme sahiptir. Böylece yönetici zümrede süreklilik olgusu ortadan kaldırılmıştı. Bu usul köle asıllı veya halktan kişilerin eğitilerek ordu mensubu veya idareci olmalarını ifade eder. Memlûkler (Kölemenler) (1250-1517) bu işte daha da ileri giderek yönetici ve sultan olmak için köle asıllı olmayı şart koşmuşlardır.23

Büyük Selçuklu Devleti (1038-1194) oluşurken şehzadeler kendilerine bağlı kabileler gibi ayrılıkçı unsurlar için imtiyazlar istiyorlardı. Devletin asıl kurucusu olan Tuğrul Bey (1040-1063) başlangıçtan beri merkezî-üniter bir devlet oluşturmaya çalışmış ise de eski Türk aşiretçilik eğilimlerine karşı başarılı olamamış ve devlet daha kuruluş döneminde üçe ayrılmıştı.

Siyasî birliği ve merkeziyetçiliği bir hedef olarak benimseyen Büyük Selçuklu Devleti siyasi birliği sağlamak için XI. yüzyılda Anadolu'ya yönelen göçmenleri iskan ederken büyük ve kuvvetli aşiretleri bölerek birbirlerinden uzak sahalarda yerleştirmişti. Bugün Anadolu'nun değişik yerlerinde Kınık, Avşar, Bayındır, Salur, Bayat, Çepni, Karakeçili gibi büyük Oğuz aşiretlerinin isimlerini taşıyan köylere, ailelere vs. rastlanması Selçukluların bu 'parçalayarak iskan' politikalarının bir sonucudur.24

XI. yüzyılın başlarında Büyük Selçukluların başlattıkları bu çabalar Anadolu Selçuklu sultanı II. Süleyman Şah (1196-1204)'ın ülkenin şehzadeler arasında paylaşılması geleneğine son veren uygulaması Sultan Fatih (1451 -1481) bu vetireyi tamamlamıştır. Devlet, bölünmeci eğilimleri sistemli bir şekilde engelleyerek üniter ve merkezî bir dünya devleti haline gelmiştir. Ancak bu merkezîlik idarî ve iktisadî anlamda değil 'ideolojik' ve siyasî anlamdadır. İdari ve iktisadi anlamdaki merkezkaç sistem ile siyasi merkeziyetçiliğin çerçevelediği özerk ve "demokratik" süreçler Selçuklu ve Osmanlı otoritesinin bin yıla yakın bir zaman dilimini kapsamasının temel sebeplerindendir.

Daha Hz. Peygamber döneminde başlayan ikta uygulaması zaman içinde eklenen yeni öğelerle Osmanlı tımar sistemi olarak yaşatılmıştır. Büyük Selçuklular büyük iktalara izin verirken, Anadolu Selçuklu Devleti Türkiye'de küçük ikta sistemini yerleştirmişti. Bu sistem Osmanlı tımar düzeninin esasını teşkil ederek, XIX. yüzyıla kadar hayatiyetini sürdürmüş, küçük tarımsal üreticilik esas olmuştur; I. Murad (1360-1389)'tan itibaren sipahi dirlikleri küçültülmüş, Fatih Sultan Mehmed (1451-1481)de bu sisteme son halini vermiştir.

Yine Fatih eski Türk aşiret aristokrasisini tamamen bertaraf ederek devşirme25 sistemini yerleştirmiş ve böylece siyasî birlik süreci tamamlanmıştır.26 Osmanlılarda devletin daha başlarda bir kaç parçaya bölünmesini esas alan eski Türk aşiret zihniyetinin yerini tamamen merkezî-üniter bir devlet anlayışı, 'nizâm-ı âlem' için 'vahdet' ülküsü almıştır. Osmanlı Devleti'nde son halini alan bu uygulama soy asılzadeliği fikrini bertaraf etmeden büyük devlet olunamayacağını ispatlamıştır.

Devlet, birlik için tehlike teşkil edebilecek zenginleşmelere ve siyasî güce dönüşebilecek iktisadî güçlenmelere meydan vermiyordu. Bu yüzden Osmanlı sistemi burjuvaziyi ortaya çıkarmamıştır.

Batı burjuvazisi şehirlerde ortaya çıkmış bir sınıftır. XI. yüzyıl Avrupası'nda klasik feodalite çözülürken şehirler bağımsız birimler halinde etkili birer güç odağı oluyorlardı. Bu olguyla burjuvazinin güçlenmesi birbirine bağlıdır. İslam ve Osmanlı şehirlerinin merkezden bağımsız olmamaları burjuvazi ortamının oluşmaması bakımından önemlidir. Yine bu yüzden iktidarın bölünmemesi ve parçalanmaması devleti oluşturan ve klasik dönemi ortaya çıkaran en önemli olgudur.

B. Gelenekçilik

Bu sistemin ikinci önemli özelliği gelenekçiliktir. Gelenekçilik geçmişin tecrübe birikimine sahip çıkmaktır. Bu yaklaşım Osmanlı sistemine yeni şartlara uyum ve esneklik özelliği vermiştir. Bunu hesaba kattığımızda Osmanlı sisteminin çok renkli, çok dinli, çok dilli, çok kavimli bir sosyal teşkilatı nasıl asırlarca bir arada tuttuğunu, çoğulcu bir yapıyı nasıl gerçekleştirdiğini anlayabiliyoruz. Yine bu şekilde mahalli geleneklerin belirlemesiyle birbirlerinden az-çok farklı iktisadî bölgeler oluşabilmiştir.

Oluşturulan bu çerçeve içerisinde antik Orta Doğu ve Anadolu, özellikle İran ve Bizans geleneklerinin büyük önemi vardır. İslam'ın ilk yayılma döneminde mahallî gelenekler karşısında gösterdiği esnek tavrı Osmanlılar da sürdürmüşlerdir. Bunun örneklerini özellikle tarım, para ve maliye sistemlerinde görüyoruz.

Geleneğin değerlendirilmesi onun ayıklanması anlamını da ihtiva eder. Nitekim sistem, merkezî-üniter devlet oluşturma örneğinde görüldüğü gibi, İslamî eğilimlere uymayan bölünmeci eğilimleri esnek bir yaklaşımla eritme kudretini göstermiştir.

Osmanlı sistemi, tecrübe birikimini değerlendirerek en mükemmeli bulduğu kanaatindedir. Bu yüzden 'Aydınlanma' zihniyetinin getirdiği gelişmeci-ilerlemeci (ve devrimci) yaklaşım, klasik dönem Osmanlı zihniyetinde mevcut değildir. Buna göre değişme ancak bozulma yönünde olabilir ve bunun da çaresi kanun-ı kadime yani asıl sisteme dönüştür. Geçmişin birikimlerine sahip çıkma ve bunları ayıklayarak sürdürme uzun ömürlü olmanın sırlarının başında gelir.

Ortaya çıkan meselelerin klasik uygulamaya yani kadime dönülerek çözülebileceği fikri gelenekçiliğin temelidir. Sistemin esnekliğini kaybetmesiyle beliren yenileşme ihtiyacının kanun-ı kadime dönülerek giderilebileceği fikri27, Tanzimat Fermanı'nda bile vardır.

C. Adalet ve Refah

Üçüncü olarak sistem adalet ve refah ideallerini hareket noktası olarak alır. Bu yüzden devletin varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan gelir sağlama adalete dayanmalıdır. Nasıl ki, Aydınlanma döneminden itibaren Batı'da tabiat toplumun işleyişine örnek olarak alınmışsa geleneksel İslam toplumlarında da adalet ilkesi ön plana çıkarılmıştır.

Eski Türk iktisadî ve sosyal geleneklerinden bir tanesi de halkın refahının sağlanmasıdır. Devletin varlık sebebi halka hizmettir. Mesela Orhun Yazıtları'nda Bilge Kağan'a atfedilen "yemedim yedirdim" ifadesi bunun bir yansımasıdır.

Adaletin hedefi sosyal refahı sağlamaktır. Devletin aldığı iktisadî kararlara gerekçe olarak 'ibadullahın terfih-i ahvalleri' (Allah'ın kullarının refahının sağlanması) yani sosyal refah gösterilir. Bu denge bozulduğunda yani devlet gelirlerini arttırma gereği ile adalet ve refah dengesi bozulduğunda bunalım ortaya çıkmaktadır.

D. Arz Yönlü Toplum ve Ekonomi

Osmanlı iktisat sistemi, kültür sisteminin bir türevi olarak, talep yönlü değil arz yönlüdür. Bu, hem insan hem de ekonomi için böyledir. Say'in " Her arz kendi talebini oluşturur" sözünde olduğu gibi talebin arttırılmasına dayalı bir sistem olan kapitalizm, Osmanlı sistemine bu yönüyle de yabancıdır. Klasik Osmanlı zihniyetinde insan alıcı değil verici olmalıdır. Yani bencil değil diğergam (altrüist) bir insan tipi ön plandadır.

Bu insan tipinin oluşmasında ahi zihniyetinin önemi belirgindir. Osmanlı sistemini Batı'dan ayıran özelliklerin ahilikten kaynaklandığını söylemek yanlış değildir. Kapitalizmi ve Batı medeniyetini yapan en önemli faktör burjuva zihniyeti iken Osmanlı toplum ve ekonomisini büyük ölçüde ahi zihniyeti yönlendirmiştir. Bu zihniyetin hakim olmasından dolayı Osmanlılarda Batı kapitalizmini oluşturan sömürgeci faaliyetler, sınıf mücadeleleri görülmemiştir.28

Kapitalizmin oluşturup idealize ettiği 'homo economicus'un temel sâiki ferdî menfaattir ve bunun müşahhas şekli burjuvadır. Osmanlılarda ise toplum yararını kendi çıkarından üstün tutan, kanaatkâr fakat müteşebbis insan tipi idealize edilmiştir. Anadolu iktisadî hayatının ilk örgütleyicileri olan ahiler bu tipin müşahhas örnekleri olmuşlardır. Sistem içerisinde toplum çıkarını kendi çıkarından üstün tutan insan tipi, zaman içerisinde zayıflasa da hayatiyetini sürdüregelmiştir. Hatta Tanzimat döneminden beri bütün özlem ve çabalara rağmen Türkiye'de kapitalizmin muharrik gücü olan burjuva sınıfının oluşmamasının en önemli sebeplerinden biri de bu olmalıdır.

İslam'ın bir ahlâk ilkesi olarak ortaya koyduğu ve ahiliğin günlük hayata geçirdiği hizmet anlayışı böyle dayanışmacı bir toplum oluşturmayı hedef almıştır. İslam'la ilgili bir başka esas olan infâk (harcama) olgusu bu arz yönlü toplumu oluşturmanın maddi yönünü teşkil eder. Bütün toplum, kişinin kendisinden başlayarak en yakınlardan dış halkalara kadar infâk ile birbirine bağlanır. İşte bu noktada arz yönlü ekonomi gündeme gelir. Bu yaklaşıma göre ekonomi insan içindir. Çağdaş kapitalist anlayışta olduğu gibi insan ekonomi için değildir. Ekonominin görevi insan refahını arttırmak olduğuna göre öncelikle piyasalarda yeterli mal bulunmalıdır. Arz yönlü (provizyonal) ekonomiden kastedilen budur. Refah tüketicinin istediği malı ödeyebileceği fiyattan alabilmesi demek olduğuna göre, bunu gerçekleştirmenin ilk yolu, bu arz yönlü ekonomi zihniyetinin yerleşmesidir. Bunun için Osmanlı ekonomisi, kitlevî üretim fikrinin olmadığı bir ortamda, yüksek bir üretim potansiyeline sahipti. Yine bunun için ithalat, umumiyetle, kısıtlanmamıştı.

Bütün bu açılardan Osmanlı ve bu arada İslam toplumunun kapitalizm öncesi değil kapitalizm dışı olduğu vurgulanmalıdır. Ayrı bir sistem olan Osmanlı sistemini Batı'nın bir varyantı olarak görme ve kapitalizmi evrensel bir sistem gibi kabul etme düşüncesi de Aydınlanma Çağı zihniyetinin ürünüdür.

3. Oluşmanın Dönemleri

A. Osmanlılara Gelinceye Kadar: Anadolu Selçuklu Dönemi (1075-1319)

Büyük Selçuklu Devleti'ni kuruluşundan beri uğraştıran en önemli mesele göçebe Oğuzların göç hareketini düzenleme idi. Oğuzlar büyük bir nüfus baskısıyla ve sürülerini besleyecek yeni otlaklar bulma ihtiyacı içerisinde Batı'ya ve Güney'e doğru hareket halindeydiler. Bu sebeple İslam ülkelerindeki yerleşik halkla çatışma içerisindeydiler. Selçuklular bu büyük kitleleri Bizans üzerine sevketmekten başka çare göremeyerek Anadolu'nun fetih hareketine başladılar.

Selçuklu Türkiyesi'ndeki gelişmiş şehir hayatı gelişmiş bir iç ticaretin varlığını göstermektedir. Selçukluların fethettikleri yerlerde ilk yaptıkları işler orada cami, medrese ve zâviye inşa etmek ve ilim adamları, kalifiye işgücü ve tüccarlar başta olmak üzere, Türk nüfusu buralara yerleştirmek oluyordu. Böylece kültürel ve ilmi faaliyet yanında sınaî ve ticarî faaliyetin de gelişmesi amaçlanıyordu.

Selçuklu Türkiyesi'nin en önemli iktisadî faaliyeti transit ticarettir. Ticaretin herhangi bir yolla engellenmek istenmesi savaş sebebiydi. XI. yüzyıldan itibaren Anadolu ile Suriye'de Haçlılarla mücadelenin kızıştığı anlarda bile Müslüman ve Hıristiyan kervanların katıldığı bir ticarî faaliyet vardı. Bunlar sadece, sınırlarda gümrük vergilerini ödeyerek serbest ticareti sürdürüyorlardı. Avrupalılar Selçuk sultanlarıyla yaptıkları antlaşmalarla Anadolu'da ticarî serbestlik kazanmışlar, büyük şehirlerde koloni ve konsolosluklar kurmuşlardı.

Selçuklu fetihleri sonucunda Anadolu dünya ticaret yollarına açılmış ve ülke iktisadî ve kültürel bir gelişme göstermiştir. Daha XII. yüzyılın başlarında Anadolu'da Suriyeli, Iraklı hatta Kıpçak ve Rus tâcirleri bulunmaktaydı.

XII. yüzyıl sonlarında ticaret iyice gelişmeye başlamıştır. Bu dönemde İstanbul'da Türk tüccar kolonisinin varlığı bilinmektedir.29 Bizanslılar ve Haçlılarla yapılan savaşlara rağmen XII. yüzyılda İstanbul ve Tebriz arasında Konya üzerinden işleyen bir ticaret yolu vardı. 1176'dan sonra emniyet ortamının sağlanmasından sonra da dünya ticaret yolları Anadolu'da işlemeye başlamıştır. Akdeniz hakimiyeti Müslümanlardan Hıristiyanlara geçtiği, Haçlı seferleri ile Doğu ticareti geliştiği ve bu sayede Avrupa'da iktisadî ve medenî gelişme başladığı için, Anadolu Doğu-Batı ticareti için bir köprü özelliğini tekrar kazanmıştı. Selçuklu sultanları ticarî faaliyetlerde birlik ve bütünlüğün önemini kavramışlar, siyasî ve askerî hareketlerini buna göre ayarlamışlardır.

I. Gıyaseddîn Keyhüsrev (1192-1211) döneminde Türkiye üzerinde yoğunlaşan transit ticaret yollarının önemi biliniyor, sefer ve fetihlerde buna yönelik siyaset etkili oluyordu. Gerçekten Bizans'ın Haçlılar tarafından parçalanması üzerine kervan yollarında bir emniyetsizlik görülünce söz konusu sultan Karadeniz ve Akdeniz ticaret yollarını açmak üzere seferler yapmıştır. Samsun ve Antalya'da daha fetihten önce Türk ticaret kolonileri kurularak bu şehirler Türkiye'nin birer ithalat ve ihracat limanları haline getirilmiştir.30

Bu hükümdarın 1207'de Antalya'yı ve I. İzzeddîn Keykavus'un 1214'te Sinop'u zaptetmeleri ile Selçuklu ekonomisi Avrupa ticaretine açılmış, Akdeni ve Karadeniz ülkeleriyle doğrudan ticarete girişmek imkanını bulmuştu. Haçlılarla ilk defa ticaret antlaşmaları yapılmıştır. Yine bu seferden sonra ticaretten alınan bac ve geçiş vergileri kaldırılmış, yol güvensizliğinden kaynaklanan sebeplerden dolayı zarar gören tüccarın zararlarını tazmin etmek amacıyla bir ticaret sigortası sistemi oluşturulmuştur. Böylece sağlanan siyasî güvenlik ortamı içerisinde ve kervan yolları ile tüccarın himayesi sayesinde Türkiye milletlerarası bir transit ticaret merkezi haline gelmiştir.31

Bu arada Avrupa ticaretine aracılık eden Kıbrıs ile ilişkiler güçlendirildi ve iki taraf tüccarına serbestî tanıyan bir antlaşma yapıldı (1214). Antlaşma metinleri Antalya halkının Bizans döneminde sahip oldukları ticaret filosunun artık bir Selçuklu filosuna dönüştüğünü gösteriyor.32

I. Alaeddîn Keykubad (1220-1237) kültür faaliyetleri yanında iktisadî uygulamalarıyla da Türkiye'yi yüksek bir medeniyet seviyesine çıkarmıştır. Anamur gibi Güney'de bazı önemli mevkiler ele geçirilmiş, Doğu Anadolu'da Kahta, Çemişgezek, Erzincan, Erzurum, Ahlat gibi önemli ticarî merkezleri zaptedilmişti. Yine Keykubad zamanında (1220-1237) yeni kurulan Alaiye şehri (bugünkü Alanya) ticarî bir öneme sahip olmuştur. Mısır ve Suriye ile yapılan ticaretin merkezi olmuş, buradan bu bölgelere özellikle kereste ihraç edilmiştir. Bu kent yanında Antalya ve Sinop Türk denizciliği için de önemli şehirlerdir. Buralar gemi inşaat merkezi ve Akdeniz ile Karadeniz seferleri için donanmaya üs olarak kullanılmıştır.33

Ancak Selçuklular Karadeniz ve Akdeniz'de limanlar fethetmelerine rağmen deniz kuvvetleri yeterli olmadığından deniz ticareti ile doğrudan meşgul olamadılar. Bu yüzden Anadolu'nun kara ticaret merkezleri deniz ticaret merkezlerinden daha fazla gelişme göstermişlerdi.34

Anadolu'da gelişen kavimlerarası ticarî faaliyetler, iktisadî ve sosyal gelişmeyi hızlandırmış, Keykubad bu sayede büyük inşaat faaliyetlerine girişmiştir. Keykubad'dan sonra Moğol istilasının da etkisiyle özellikle 1277'de Pervane'nin idamından sonra iktisadî durgunluk başladı. Güvensizlik yüzünden çiftçiler zaman zaman ziraat edemez, Suriye-Anadolu arasındaki büyük kervan yolu işleyemez hale gelmişti.35 Çünkü İlhanlıların tâbii ve müttefiki olan Ermeniler bu yolu basmaktaydılar. 1274'te Anadolu'dan Suriye'ye at ve katır götüren bir kervanın Ermeniler tarafından Göynük'te soyulması, bölgede kargaşılığa yol açmış ve bu da Memlûk sultanı Baybars'ın Kilikya'ya girmesine yol açmıştır. Zaten İlhanlılarla Memlûkler arasındaki çekişme Anadolu ticaretini sarsmıştır.36

XIII. yüzyıl sonlarıyla XIV. yüzyıl başlarında dış ticarette de bir durgunluk başgöstermiştir. Zira ticarî ilişkilerin yoğun olduğu Bizans ekonomisi Batı'nın rekabeti karşısında gerileme halindedir. Memlûkler Papalığın uyguladığı ambargo dolayısıyla para darlığı ve iktisadî gerileme içerisindedir. Nihayet Selçukluların bağımlı oldukları İlhanlılar da artık dağılma işaretleri göstermeye ve dış ticaret için güvenli bir ortam sağlama imkanlarını kaybetmeye başlamışlardır.

Selçuklu ve Beylikler denizciliğinin en ileri safhasını temsil eden Aydınoğulları gibi Türk denizcilerinin faaliyetlerine rağmen, Avrupa Haçlılar vasıtasıyla XII. yüzyılın başlarından itibaren hakim olduğu Akdeniz'de bu hakimiyetini XVI. yüzyılda Osmanlılara kadar korumuştur.

Beyliklerin kurulmasından sonra da yabancı tüccarlar bölgedeki faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. İtalyanlar bu ticarette faal rol oynamışlardır. İlhanlı Devleti'nin dağılması üzerine, İran ve Uzak Doğu'yla İtalyanlar arasındaki ticaret tamamen durmuştur. Fakat beyliklerin yürüttükleri küçük çaplı ticaret, bu bölgeler Osmanlılarca ele geçirilinceye kadar sürmüştür.37

B. Osmanlı Sisteminin Teşekkül

Dönemi (1300-1453)

Osmanlı Devleti'nin teşekkül döneminde bir iktisadî durgunluk olduğunu biliyoruz. Anadolu'dan toplanan vergi gelirlerindeki artış üretimin ve ticaretin artışından değil devlet topraklarının satışı gibi maliyeyi tahrip edici uygulamaların sonucu olmalıdır. İşte Osmanlılar malî durumu bozulmuş bir Türkiye devralmışlardı.

Osmanlı Devleti'nin teşekkül döneminde ilk attığı adımlar Anadolu birliğinin sağlanması yönünde olmuştu. Bu dönemde Anadolu İlhanlı Devleti (1240-1335)'ne tâbi idi. XIV. yüzyılın başında Anadolu Selçuklu Devleti (1075-1308) yıkıldıktan sonra bölge tamamen İlhanlılara bağlanmıştır. Bu ortamda Bizans sınırlarına yerleşen Türk boyları, topraklarını bir yandan Bizans aleyhine genişletiyorlar, bir yandan da siyasî konjonktür uygun oldukça bağımsızlıklarını ilan ediyorlardı. 1335 yılında İlhanlı Devleti'nin dağılması bu eğilimi güçlendirmiştir. Bu tarihte İlhanlıların Anadolu valisi olan Ertena Bey bağımsızlığını ilan etmiş ve uç beylerinden 1350 yılına kadar vergi almayı sürdürmüştür. Bu beylikler arasında XIII. yüzyılda Marmara'nın güneyine yerleştirilen Kayı aşireti genişleme imkanı en fazla olan beylikti. Zira merkezî denetimin oldukça uzağındaydı ve Bizans yönünde genişleyebilirdi.

Beylikler döneminde ikta sistemi korunmakla birlikte eski Türk aile ve aşiret zihniyetine dayanan feodalimsi eğilimler güç kazanmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti 1300'lerde teşekkül ederken diğer beyliklerin aksine, bu eğilimleri kesin bir şekilde bertaraf etmiştir. Osmanlı Devleti'nin bölgede nüfûz sahibi olmasında sahip oldukları 'hakimiyetin bölünmemesi' ilkesi etkili olmuştur.38

Osmanlılar kuruluşlarından bir süre sonra Anadolu Beyliklerini kendi topraklarına kattılar ve 1354' te Rumeli'ye geçtiler. Haçlılarla mücadeleler (Niğbolu 1396 gibi), Timur istilası (Ankara 1402), büyük veba salgını (1428-9) gibi sebepler İstanbul'un fethedilip bütünlüğün sağlanmasını 1453'e kadar geciktirdi.

B. Olgunlaşma

Olgunlaşma dönemi İstanbul'un fethinden Karlofça Andlaşması'na kadar geçen yaklaşık 250 yıllık dönemi (1453-1683) kapsamaktadır.

Osmanlı Devleti Fatih Sultan Mehmed (1451-1482) ile büyüme ve olgunlaşma dönemine girmiştir. Karadeniz bu dönemde bir Türk gölü haline gelmiştir. Akdeniz'e de, beş asır sonra, özellikle Barbarosların çabalarıyla yine Müslümanlar hakim olmuşlardır. XV. yüzyılın ortalarından XVIII. yüzyıl sonlarına kadar geçen bu olgunlaşma dönemi, modern kapitalizmin gelişme dönemine tekabül etmektedir ve bu dönem bir noktada kapitalizm ile mücadele tarihidir. Yine bu dönemde Orta Doğu ve Akdeniz çevresindeki iktisadî faaliyetlerin büyük ölçüde bir Osmanlı ortak pazarı çerçevesinde geliştiğini söylemek yanlış değildir.

Olgunlaşma döneminde 1444 Varna zaferinden 1571 İnebahtı yenilgisine kadar geçen 127 yıllık, yani yaklaşık üç nesillik süre içersinde Osmanlı Devleti ciddî bir yenilgi yüzü görmemiştir. Yine 1492-1565 arasındaki 73 yılda fiyatlar hemen hemen hiç artmamıştır.

C. Esnekliği Kaybetme

Devlet ve ekonomi 1600'lerde olgunluk dönemine erişmiş ve esnekliğini kaybetmeye başlamıştır. Bu dönem bütün XVIII. yüzyılı kapsamaktadır.

Klasik dönemden Yenileşme dönemine doğru bir geçiş döneminden bahsedilebilir. Esnekliği kaybetme içersinde yer alan 1718-1730 arasındaki Lâle devrini yenileşmenin sosyal hazırlığı olarak görebiliriz. Yenileşme özlemleri, yeni düzen (nizâm-ı cedîd) teşebbüsleri, halkın tüketim kalıplarındaki değişme bu dönemde başlamıştır. Karlofça Andlaşması'nın getirdiği toprak kayıplarının çoğu bu yüzyılın ilk yarısında telafi edilmiştir. Üretimde büyük bir gelişme olmuştur. XVIII. yüzyılın ilk yarısına kadar ihracat ithalatı hala aşmaktadır.

XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren kalıcı bunalımlar başlamıştır. 1739-1769 uzun barış döneminde hayvancılığın, bu arada atçılığın ihmal edilmesi gibi sebeplerle girilen Rus savaşı yenilgiyle ve 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'yla sonuçlanmıştır. Bu antlaşmayla savaş alanlarındaki yenilgisi onaylanan sistem kesinlikle yenileşme arayışlarına girmiştir. Ülkenin küçülmeye başlaması yenileşme ve Batılılaşmanın temel sebebidir.

XVIII. yüzyılın sonlarına doğru dikkatleri çeken esnekliği kaybetme, hakim dünya sistemi olma özelliğini de kaybetme demektir. Bu eğilim XVIII. yüzyılın sonlarında III. Selim'in Nizâm-ı cedîd (yeni düzen) dönemini öncelikle askerî yönüyle açmasıyla hızlanmış, giderek idarî boyut kazanmış, Tanzimat da bu yolda ideolojik, hukukî ve siyasî bir kilometre taşı oluşturmuştur. Bu yüzden yüzyıl sonlarında Nizâm-ı cedîd hareketiyle başlayan yenileşme ve Batılılaşma dönemi atıf çerçevesini kapitalizmin oluşturduğu, bu sistemin model alındığı bir dönemdir.

II. Yenileşme Dönemi

Yenileşme dönemi, 1790 yılından Osmanlı siyasî varlığının sona erdiği 1923 yılına kadar devam eder. Yani yaklaşık bir ifade ile XIX ve XX. yüzyılları kapsar. Bu dönem dar anlamıyla Nizâm-ı cedîd (1790-1826), II. Mahmut (1826-1839), Tanzimat (1839-1876) ve II. Abdülhamid (1876-1908) dönemlerine ayrılabilir.

Sınaî kapitalizmin başlangıcını ifade eden XIX. yüzyıl başları, Osmanlı Devleti'nin modern kapitalizm karşısında enerjisini kaybettiği ve tamamen onun etki alanına girdiği dönemdir. Batılılaşma tarihi, bir anlamda bu etkinin yoğunlaşmasının tarihidir. XX. yüzyıl ise 1908'den sonra askeri bürokrasinin hakimiyeti ve Batılılaştırma doğrultusundaki yönlendirmesi altında sürmüştür. Bunun ilk bölümü II. Meşrutiyet, 1923'ten sonraki bölümü Cumhuriyet dönemidir.

Osmanlı toplum ve ekonomisinin kapitalist gelişmenin dışında olmasının en önemli göstergelerinden biri de yerli bir burjuva sınıfının olmayışı, büyük özel servetlerin engellenişi idi. Tanzimat, mal güvenliği gerekçesiyle böyle bir sosyal zümrenin doğuşunu desteklemiştir. Yine zihniyet planında gelişme düşüncesi, gelenek düşüncenin yerini almıştır.

Klasik İktisat Sistemi

XI. yüzyıldan itibaren yoğunlaşan birikimler olgunlaşma döneminde Osmanlı klasik sistemini ortaya çıkarmıştır. Bu sistem yenileşme dönemine kadar hakimdir. Türkiye'nin Batılılılaşma karşısındaki duruşunu bütün yenileşme dönemi boyunca hatta günümüzde bile klasik sistem içerisinde oluşan ögeler belirlemektedir.

I. Sosyal Yapı

İktisadî yapının temelini sosyal yapı oluşturur.

Osmanlı sosyal teşkilatı Selçuklu sosyal teşkilatının devamıdır. Selçuklulardan Osmanlılara geçişte dört sosyal zümre devamlığı sağlamaktadır. Bunlar ahiler, gaziler, abdallar ve bacılardır.39 Tasavvuftan kaynaklanan bu zümrelerden ahiler Anadolu'da iktisadî hayatı, gaziler askerî faaliyetleri, abdallar kültür ve eğitim faaliyetlerini, bacılar ise bütün bunların kadınlarla ilgili yönlerini teşkilatlandırmışlardı.

Ahiler: Osmanlı Devleti'ni kuranlar, Fatih Sultan Mehmed dahil ilk Osmanlı padişahları, ilk Osmanlı vezirlerinin çoğu hep ahi önderleri ve şeyhleridir. Hatta ilk Osmanlı yeniçeri birliklerinin ahilerden oluştuğu ileri sürülmüştür.40

XIV. yüzyılın ortalarında, Sultan Orhan zamanında Anadolu ve Orta Doğu'yu dolaşan Kuzey Afrikalı gezgin İbn Battuta'nın bize ahiler hakkında verdiği bilgiler, bunların fütüvvet ilkeleriyle, tasavvufî hayatla ve esnaflıkla yakın ilgilerini belirtmekte, ahi birliklerinin hem şehirlerde ve hem de köylerde örgütlenen zenaatçi ve ziraatçi zümreler olduğunu teyid etmektedir.41

Ahiler, öncelikle Anadolu'nun iktisadî hayatını, debbağ yani dericilerin temelini oluşturdukları esnaf önderliğinde teşkilatlandıran gruplardır. Ahi teşekküllerinin devlet otoritesinin zayıfladığı bir dönemde Anadolu'nun her yerinde siyasî ve idarî müessiriyet sağladıkları ve devletin işlevlerini gördükleri bilinmektedir. Ankara, Konya, Kayseri ve Sivas gibi şehirlerde bu durumu görüyoruz.42 Osmanlı Devleti'nin katiyetle kurulmasından sonra ahilik siyasî ve idarî işlevlerini sadece esnaf birlikleri içerisinde sürdürmüştür.

Gaziler: Türk geleneğinde alp, İslam'ın tesiriyle de alperen ve gazi adını alan silahlı gruplar, yeni kurulan devletin ilk askerlerini oluşturmuşlar, bölgede hakimiyet sağlanmasında büyük bir role sahip olmuşlardır. Bunlar ahilerle içiçe devletin kuruluşunda aktif rol oynamışlardır. İlk Osmanlı sultanları hem gazi hem de ahi idiler.

Abdallar: Abdallar da gaziler ve ahiler gibi tasavvuftan kaynaklanmışlardır. Ahiler çoğunlukla esnafla özdeşleşmişler iken abdallar geniş halk yığınları arasında faaliyette bulunmuşlardır. Anadolu'nun ve Balkanların İslamlaşmasında en büyük rolü bu zümreler oynamışlardır. Issız yerleri şenlendirmek, yol ve çevre güvenliğini sağlamak, bağ ve bahçeler kurmak, sebze ve meyve cinslerini ıslah etmek, sulama tesisleri kurmak gibi iktisadî faaliyetlerde bulunan abdallar, ordulardan evvel toprakları fethediyorlar, kurdukları zâviyeler bölgelerinin kültür merkezini oluşturuyorlar, gereğinde güvenlik kuvveti olarak görev yapıyorlardı. Bunlar iskan ve kolonizasyon konusunda büyük bir öneme sahip idiler. Devletin katiyetle kuruluşundan sonra zâviyeler devletin kontrolü altında çalışan hizmet kurumları olarak hayatiyetlerini sürdürmüşler, ulaşım ve mübadele emniyetini sağlamak yönündeki hizmetleri devletçe teşvik edilmiştir.

Bacılar: Bacılar ahiliğin kadın kuruluşunu oluşturmaktadır. Bunlar da silahlı kadın birlikleridir. Tasavvuf geleneğinde hanım tarikat üyelerine (müritlere) bacı denirdi. Bunlar Moğollarla yapılan mücadelelerde ahilerin yanında etkin bir görev almakla birlikte Anadolu'da dokuma sanayiinin gelişmesinde büyük hizmetler ifa etmişlerdir.43

Fakihler: Ayrıca teşekkül döneminde hayatî bir rol oynayan fakıları (fakihler) zikretmeliyiz. Bunlar teşekkül döneminde sosyal hayatı örgütleyen ve hukukî yapıyı belirleyen gruptur. Tahrir defterlerinden öğrendiğimize göre kendilerine ahilerle birlikte, bir çok köy ve çiftlik vakıf olarak verilmiştir. Köy imamlarından kadılara kadar uzanan bir hukuk ve idare zümresi oluştururlar. Şeyh Edebali, Tursun Fakiri, İshak Fakih, Yahşi Fakih, Sinaneddin Yusuf, Çandarlı Kara Halil bunların en meşhurlarıdır. Son ikisinin vezir olması fakıların Osmanlı Devleti'nde oynadıkları rolün önemini vurgular.44

A. Nüfus

Nüfusun miktar ve vasfı sosyal yapının esasıdır. Teşekkül dönemi durgunluk dönemi olduğu için XVI. yüzyıla kadar nüfus da durgundur. Türkler Anadolu'ya, burası boş, tenha bir bölge olduğu için gelmişlerdi. Selçuklu Devleti öncelikle göç organizatörü idi. Önceleri doğu ve orta bölgeleri, sonra kıyı bölgeleri iskan edilmiştir.

Bu dönemde Avrupa'da da durgunluk vardı. Devletin oluşma dönemi olan XIV. yüzyılın başlarından XV. yüzyıl ortalarına kadar geçen bir buçuk asırlık zaman içerisinde Rönesans Avrupası'nın yaşadığı bu depresyon kısmen Doğu Akdeniz ve Anadolu için de geçerlidir.

Osmanlı ülkelerinin asırlar boyu yetersiz bir nüfus kitlesine sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bunun sebebi öncelikle Osmanlı hayat tarzı ile ilgilidir. Devletin kuruluş dönemi olan XIV. yüzyıldaki iktisadî durgunluk ortamında nüfusun, kıtlıklar, salgınlar ve savaşlar yüzünden çok az olduğunu biliyoruz. Bunun en önemli göstergesi mal fiyatlarındaki düşüklüktür. Zira üretimde bir artışı gerektiren hiç bir gelişmenin olmadığını bildiğimiz bu dönemde nüfus ve dolayısıyla talep, yukarıda belirttiğimiz sebeplerden dolayı, toplam arzın çok gerisindeydi. Bu yüzden XIV. yüzyılda Anadolu nüfusunun 4-5 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir.45

Ülkenin iktisadî ve malî imkanlarını tespit amacıyla yapılan tapu, avârız ve temettüât sayımları nüfusun sayı ve kalitesi hakkında önemli bilgiler içerir. Tapu defterleri XV-XVI. yüzyıllarda fazla miktardadır. Avârız defterleri daha çok XVII. yüzyıl, temettüât defterleri ise XIX. yüzyılın ilk yarısı hakkında bilgi verir. XV. yüzyıla ait tapu sayım defterleri, Anadolu ve Rumeli'nin az nüfusa sahip olduğunu ispatlamaktadır. XVI. yüzyılda ise bir nüfus artışı olduğunu hem sayım defterlerinin yaprak sayısı ve boyutları gibi dış görünüşlerinden hem de rakamlardan anlamak mümkündür.46

II. Murat (1445-1451), II. Mehmed (1451-1481), II. Beyazıt (1481-1512), I. Selim (1512-1520) ve I. Süleyman (1520-1566) dönemlerine ait sayım defterleri elimizde mevcuttur. Daha sonraki dönemlerde ancak yeni fethedilen veya tekrar ele geçen bölgelerin nüfus ve iktisadî kaynakları sayıma tâbi tutulmuştur. Sayım defterleri üzerinde önemli incelemeler yapan Ö. Lütfi Barkan'ın çıkardığı nüfus rakamları47 Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan nüfus hakkında yaklaşık bir fikir vermektedir. Buna göre; I. Süleyman devrinde, 1520-1530 yıllarında, Mısır, Irak ve Tuna ötesi bölgeler hariç, bugünkü Türkiye topraklarında, rakamları %10'luk bir hata payı da vardır.

XVI. yüzyıl rakamlarına göre nüfusun %60'ı Müslüman, %40'ı ise gayr-i müslimdir. Burada bir azınlık kavramı olmadığından bahsetmeliyiz. Her insan grubunun hukuk sistemi içinde belli hak ve sorumlulukları vardır. Bunun yanında çok çeşitli ırklar, mezhepler vardı. Hatta Batılı gözlemcilere göre bu kadar farklı unsurları yönetme konusunda Osmanlılar maharet ve adeta bir içgüdüye sahip idiler.49

Aynı yüzyılın ikinci yarısında iç göçler, İstanbul'a yerleşme yasağı konmasına sebep olacak kadar artmıştır. Bu da şehirli-köylü oranlarını değiştirmiş olmalıdır. XIX. yüzyılda şehirde yaşayanlar %20, kırsal kesimde yaşayanlar ise %80 olarak tahmin edilebilir.50

Barkan'a göre Türkiye nüfusu en azından 30-35 milyona ulaşmış olmalıdır.51 Braudel'in XVI. yüzyıl sonlarında Osmanlı ülkesinin nüfusu hakkında ileri sürdüğü rakam 16 milyondur. Mısır ve Kuzey Afrika nüfusu da buna eklenirse 60 milyonluk Akdeniz havzası içinde Osmanlı Devleti'nin, dolayısıyla Müslümanların nüfusu 20-22 milyona ulaşmaktadır.52

Bütün Akdeniz çevresinde gerçekleşen bu "nüfus patlaması" olayını takiben XVII. yüzyıldan itibaren bir nüfus duraklamasıyla karşılaşıyoruz. Paris, Londra, Madrit ve hatta İstanbul'da görülen istikrar veya artışa karşılık diğer küçük şehirlerde ve kır kesiminde nüfus azalması olmuştur.53 Osmanlı ülkelerinde de, Rumeli hariç, nüfusun XIX. yüzyıla kadar hemen hemen durağan olduğu ve büyük şehirlerde toplandığı anlaşılıyor. Bunun sebebi kırdan şehre göç olgusudur.

XVII ve XVIII. yüzyıllar için Osmanlı ülkelerindeki nüfus hacmini gösterecek rakamlar henüz elimizde yoktur. Fakat Celalî isyanları, eşkiyalık hareketleri, savaşlar gibi sebeplerle özellikle genç erkek nüfusun azaldığı, dolayısıyla nüfus boşluklarının ve durağanlığının ortaya çıktığını tahmin edebiliriz. Nitekim XIX. yüzyılda yapılan nüfus sayımları bu yolda bir fikir vermektedir. II. Mahmut (1808-1839) zamanında, 1831'de yapılan ve sadece erkek nüfusu kapsayan bir sayıma göre sadece Anadolu'da 7-7,5 milyon kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir.54 Bu rakam XVI. yüzyıl rakamlarına yakındır.

Bütün bunlardan çıkan sonuç XVI-XX. yüzyıl arasındaki dört yüzyıl içinde Osmanlı ülkeleri ve Türkiye nüfusunun durağan olduğudur. Oysa XIX. yüzyılda, Sanayi Devrimi döneminde, Avrupa ülkelerinde nüfus hızla artmıştır. XX. yüzyıl başlarında nüfusun arttığı görülmektedir. Bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan bölgenin nüfusu Birinci Dünya Savaşı öncesinde 15-16 milyona yükselmişti. Bu artışın en önemli sebebi Balkanlar ve Kafkasya'dan yapılan göçlerdir.55

B. İskân

Osmanlılar teşekkül döneminde, Selçukluların uygulamasını devam ettirmişlerdir. Dervişler kurdukları zâviyelerle Anadolu'nun ve Balkanlar'ın Türkleşip İslamlaşmasında önemli rol oynamışlardır. Kurdukları köylere isimlerini vermişler; ziraat, hayvancılık ve bahçecilikte ileri gitmişler; bölgelerinin kültür ve güvenlik ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Hizmetlerine karşılık, bazı örfî vergilerden muaf tutulmuşlar, vakıflarla teşvik edilmişler ve kendilerine ihya ettikleri, şenlendirdikleri yerlerin mülkiyeti bırakılmıştır. Zaviye denen eğitim merkezleri bu şekilde bir iskan ve kolonizasyon metodu olarak kullanıldıktan sonra zamanla yaygın eğitimle uğraşan kurumlar halini almışlardır.

1345 yılında Rumeli'ye geçmişler ve 1359'dan itibaren de bu bölgenin iskanına başlamışlardır. Bu iskan faaliyetlerinin esası Anadolu'dan Müslüman nüfusun getirilip buraların Türkleşip İslamlaştırılmasıydı.56 Burada Anadolu birliğine katılan beyliklerin topraklarında yaşayan halk önemli rol oynuyordu. Böylece 150 yıllık bir süre içerisinde Rumeli kültürel ve sosyal olarak Türkleşmiş oldu. Daha sonra da Anadolu'dan Rumeli'ye Türk nüfus gibi Rumeli'den de Anadolu'ya Hıristiyan nüfusun nakli sistemli bir şekilde sürdürülmüştür.57

Öncelikle bir cezalandırma tedbiri olmayıp bir iskan yöntemi olan 'sürgün' usulüyle yeni fethedilen bir bölge için iskan yapmak gerekince devlet bazı kadılara 'sürgün hükümleri' yollayarak çeşitli vasıflardaki elemanların aileleriyle birlikte söz konusu yerlere gönderilmesini emrederdi. Bunlar gittikleri yerde bir süre her türlü vergiden muaf tutulurlar, birçok avantajlara sahip olurlardı. Gönderilecek esnaftan, bir şehir hayatı için gerekli olan ayakkabıcı, terzi, dokumacı, hallac, aşçı, debbağ, demirci, dülger, inşaat ustası, kuyumcu gibi kalifiye elemanların özellikle yer hususunda sıkıntılı olanlardan ve işleri iyi gitmeyenlerden seçilmesi istenmekteydi. Çiftçiler de esnaf gibi mümkün olduğu kadar alet ve vasıtalarıyla ve hatta hayvanlarıyla beraber sevkedilmekteydiler. Sürgünde esas olan gönüllü olmaktır. Bu yetersiz kaldığı takdirde cebrî sürgün söz konusudur. Nihayet cezalandırma maksadıyla da sürgünler yapılmıştır.58

İlke olarak çocukların babalarının mesleğini devam ettirmeleri esastı. Özellikle köylünün toprağını terkedip başka yerlerde başka işler tutması yasaktı. Bunlar onbeş seneye kadar yakalandıkları takdirde eski işlerinin başına döndürülürler veya 'çift bozan resmi' ya da 'leventlik akçesi' denen bir tazminat ödemek zorunda kalırlardı. Uygulanan bu politika ile üretimin ve vergi gelirlerinin düşmesi önlenmek isteniyordu. Devletin önemli gelir kaynaklarını teşkil eden iktisadî görevler belirli nizâmlara bağlanarak teşkilatlandırılmıştı. Üretici zümreler kendi talihleriyle başbaşa bırakılmamış, aksine kendileri ve devlet için en verimli çalışabilecekleri yerlere ve işlere sevkedilmişlerdir. Yine onların özellikle fetihler sonucu açılan boş ve verimli topraklara sistemli bir şekilde iskan edilmelerinde aynı mantık hakimdir.59

Osmanlılar Selçuklu şehir yapısını devralmışlardır. Aradaki siyasî otorite boşluğu döneminde şehir yönetimlerine ahiler el koymuşlar ve devamlılığı sağlamışlardır. Beylikler ve Osmanlılar Batı'ya doğru genişledikçe şehirler, ahilerin katkısıyla, Selçuk örneklerine uygu
 

Konu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst