Keşfet

Gül / Beşir Ayvazoğlu

Linux

Yaşlı Kurt
Katılım
14 Şub 2021
Mesajlar
3,707
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Konum
istanbul
Gül / Beşir Ayvazoğlu


Gülüm şöyle gülüm böyle demekdir yare mu'tâdım
Seni ey gül sever canım ki cânâne hitabımsın

Nedim

Ondokuzuncu asır başlarında Türkiye'yi ziyaret eden Miss Julia Pardoe, İstanbul'un o yeşilliğe ve çiçeğe boğulmuş sokaklarını, evlerini, yalılarını görünce hayretler içinde kalmış ve "Keşki Shakespeare, Romeo ve Juliet'in bahçe sahnesini yazmadan önce Boğaziçi'ni görmüş olsa idi" diye hayıflanmıştı. XX. asır başlarında İstanbul'a gelen Le Corbusier de, yeşile boğulmuş İstanbul'u gördükten sonra New York'un bir cehennem, İstanbul'un ise bir yeryüzü cenneti olduğunu yazmıştır.

İklim şartlarının müsait olduğu bütün Türk şehirleri, bir zamanlar yemyeşildi. Fakat Osmanlı Devleti'ne dört yüz elli yıl başkentlik eden İstanbul, bahçe ve bostan bolluğu bakımından rakip kabul etmezdi. Bahçeli, bostanlı, ağaçlı, çiçekli adlar taşıyan semt, mahalle ve sokak adları, İstanbul'un çok değil, elli yıl öncesine kadar bir yeryüzü cenneti olduğunu tereddüde yer bırakmayacak şekilde ispat etmektedir. Kısacası, Ertuğrul Gazi'nin "İslâmbol'u aç gülzar yap"1 vasiyeti torunları tarafından harfiyyen yerine getirilmiştı. Bahçeler tanzim etmek, çiçek ve ağaç yetiştirmek, bir zamanlar şehirli Türk insanının en büyük zevklerinden biri ve yeni çiçek ve meyve türleri elde ederek bunlara şairane isimler vermek bir gelenekti.

Fetihten sonra büyük bir hızla gülzâra çevrilen İstanbul'da ev, konak ve saray bahçelerinin yanı sıra, mesire olarak düzenlenen alanların sayısı da zamanla artmış ve İstanbul bir uçtan bir uca bahçelerle donatılmıştır. Nedim ünlü kasidesinde İstanbul'u cennete benzetirken pek de mübalağa etmiş sayılmaz. Kanunî devrinde İstanbul'a Avusturya elçisi olarak gelen Ogier Ghiselin de Busbecq, İstanbul'a yaklaştığı sıralarda, kış henüz bütünüyle çıkmamış olmasına rağmen, yol kenarlarında lâle, sünbül ve nergis tarlaları görüp hayrete düşer, çiçeklere çok düşkün olan Türklerin güzel bir çiçek için bol para vermekten çekinmediklerini yazar.

Bu sevgi ve merak, dışarıdan yeni türlerin getirilmesine de yol açmıştır. II. Selim devrinden itibaren imparatorluğun çeşitli bölgelerinden lâle ve sünbül soğanları ve gül fidanları ısmarlandığına dair fermanlar bulunmaktadır. Meselâ Maraş Beylerbeyi'ne 7 Şa'ban 1001'de (9 Mayıs 1593) gönderilen bir fermanda, hassa bahçelerinde sünbül soğanı kalmadığından bahisle, dağlardan ve yaylaklardan elli bin adet ak sünbül soğanı, elli bin adet de gök sünbül soğanı toplanıp gönderilmesi emredilmektedir.

Önce üst tabakada başlayan bahçe ve çiçek zevki, Osmanlı kültürünün klasik ölçülerini bulduğu XVI. yüzyıl İstanbul'unda halka da sirayet etmiştir. Halktan meraklılar, bir yolunu bulup yeni türler elde etmek için çeşitli yerlerden soğanlar getirtiyor, imkân bulurlarsa kendileri temin ediyorlardı. IV. Murad'la Bağdat'a giden ve oradan İran'a geçen tarihçi Hoca Hasan Efendi, beraberinde yedi değişik lâle soğanı getirmişti. Çiçek artık günlük hayatın vazgeçilmez bir unsuruydu; zarifler Nedim'in ünlü müstezat gazelinde de ifade ettiği gibi destarlarına birer gül iliştirir, sıbyan mekteplerinde okuyan çocuklar her sabah hocalarına küçük çiçek demetleri götürür, hasta dostlara zarif çiçek şişeleri içinde bir güzel karanfil, gül, zerrin, yahut lâle gönderilerek hal hatır sorulurdu. Bahçesiz fukara evlerinin bile pencere önlerinde gül, sardunya, karanfil, küpe çiçeği, fesleğen saksıları eksik olmazdı.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde, Edirne camilerinde saflar arasına çiçek saksılarının dizildiği anlatılır. Hayatımızda çiçeğin bu vazgeçilmezliği XIX. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir. Yukarıda bir cümlesini naklettiğimiz Miss Julia Pardoe'nun anlattıkları bu bakımdan dikkat çekicidir:

"Bütün Doğulular çiçekleri taparcasına severler. Boğaz kıyısındaki her güzel yalının bir çiçek bahçesi vardır. Bu bahçe denizden yüksek olup âdeta bir balkon halindedir. Bunun deniz tarafındaki yüzüne kafesli pencereler geçirilmiştir. Çiçeklik, bu kafeslerin arkasından kısmen görülebilir. Burada bin bir şekil ve güzellikte gül veren fidanlar yetiştirilir. Buradan başka, yalı bahçesinin yanında, güzel bir yolun ilerisinde çeşitli gül goncalarından meydana gelen sıra sıra perguleler, öte yanında kırmızı toprak saksılardan sarkan ve top gibi gelişen çiçekler, yol yol karanfiller, akasyalar, bol bol göze çarpan bitkilerdir. Her bahçede yetişen orman ağaçlarının dalları altından görülebilen bu güzel çiçeklerin bıraktığı etki son derece hoştur".

Çiçek merakının eski İstanbul'da başlı başına bir piyasanın teşekkülüne yol açmış olduğunu tahmin etmek zor değildir. Evliya Çelebi'nin anlattığına göre, XVII. yüzyılda, Tahtakale, Aksaray, Sultan Mahmud, Ayasofya ve Cebehane Kapusu'nda olmak üzere seksen kadar çiçekçi dükkânı vardı. Ayrıca seyyar çiçekçilerin de bulunduğunu ve her çiçek bahçesinin aynı zamanda çiçek dükkânı gibi bir işleve sahip olduğunu da unutmamak gerekir.

Bostancılar Ocağı, saray içinde ve dışında, padişaha ait bahçe ve bostanlara bakması için kurulmuştu. Fakat çiçek ve bahçe merakının bütün İstanbul'u sardığı ve çiçek yetiştirmenin başlı başına bir sanat haline geldiği XVII. yüzyılda, "Terbiye-i Riyâz u Ezhâr ve Tenmiye-i Hadâyik u Eşcâr" amacıyla bir cemiyetin teşkiline ve çiçekçibaşılık makamının ihdasına gerek duyulduğu anlaşılmaktadır. Devrin önde gelenlerinden, Mesnevi şerhiyle tanınan Sarı Abdullah Efendi'yi Çiçekçiler Başbuğu olarak tayin eden Sultan İbrahim'in bu konudaki fermanı da son derece ilgi çekicidir. Mehmed b. Ahmedü'l-Ubeydî'nin Netâyicü'l-Ezhâr'ında tam metin olarak yer alan bu fermanda, muhtevaya uygun olarak, baştan sona bahçelere ve çiçeklere teşbih ve atıflarla dolu bir üslûp kullanılmıştır. Bu fermanla Sarı Abdullah Efendi, çiçek bahçeleri sorumlusu ve bütün çiçekçilerin başbuğu kılınıyor; bahçe ve çiçek sahipleriyle çiçekçi esnafının problemlerini, anlaşmazlıklarını vb. çözümlemekle görevlendiriliyordu. Daha da önemlisi, Sarı Abdullah'ın aynı zamanda ağaç ve çiçekler konusunda araştırmalar yaparak yeni türler elde edecek ilmî bir enstitünün başına getirilmiş olmasıdır. "Terbiye-i Riyâz u Ezhâr ve Tenmiye-i Hadâyık u Eşcâr" ibaresinden anlaşılan budur.

Sultan İbrahim'den sonra tahta geçen IV. Mehmed'in devrinde de buna benzer bir cemiyet kurulduğu biliniyor. "Meclis-i Şükûfe" adı verilen ve bir araştırma enstitüsü niteliğini taşıyan bu cemiyet hakkında, büyük çiçek üstâtlarından Mehmed Remzî Efendi'nin Lâlezâr-ı Bâğ-ı Kadîm'inde bilgi verilmiştir. Meclis-i Şükûfe'nin her biri tanınmış bir çiçek üstâdı olan üyeleri, Çiçekçibaşı Solakzâde Çelebi başkanlığında sık sık toplanır, özellikle yeni elde edilmiş çiçek türlerini inceleyerek tartışır, görüş alışverişinde bulunurlarmış. Mehmed Remzî Efendi, Meclis-i Şükûfe'nin daimî üyeleri olarak şu isimleri veriyor: Çiçekçibaşı Solakzâde Çelebi, Tezkireci Efendi, Defterzâde Beyefendi, Serdar İbrahim Paşa Beyefendi, Ârif Efendi, Zeki Ali Efendi, Eyyubî Veli Efendi, Davud Paşazâde bey, Yıldızzâde Çelebi. Hepsi, devrin tabiriyle "sâhib-i tohum", yani bir veya birkaç yeni çiçek, özellikle lâle ve karanfil yetiştirmiş üstâtlardır. Mehmed Remzî Efendi, bu büyük çiçek üstâtlarının lezzetli sohbetlerine yetiştiğini ve zengin sohbet sofrasının kırıntılarından faydalandığını söyleyerek "Ne meclisdir bu kim bir kâseden bin neş'e peydâdır" mısraını zikrediyor.

Meclis-i Şükûfe'nin görevi, incelenmek üzere gönderilen çiçekleri, renkleri, yaprakları ve benzerleri arasındaki yeri açısından değerlendirmek, varsa kusurlarını göstermektir. Çiçek kâseleri ve şişeleri arasında yapılan hararetli tartışmalar sonunda, incelenen çiçeğin "Baş Güzîde", "Orta Güzîde" veya "Serfirâz" olduğuna karar verilirdi. Lâlelerin "libâs-ı zâhirîsinden olan hey'et-i mahsûsa ve tenâsüb-i peyker-i dil-pezîrinin" incelenmesi, tabiî olarak, birçoğunun elenmesine de yol açardı.

"Berk" tabir edilen çiçek yaprakları gereğinden uzun olan lâleler makbul sayılmazdı. Çiçek halinde karınlı olması da önemli bir kusur sayılır ve bu kusura "küpleme" denirdi. Meclis-i Şükûfe eğer yeni yetiştirilmiş bir lâleyi kusursuz bulursa, artık o lâle "ser-şîşe-i meclis ve kibârdır" ve tumturaklı bir ada hak kazanmıştır. Böyle yüzlerce lâleye akla hayale gelmedik adlar verilmiştir: Berk-i Rânâ, Dürr-i Yektâ, Feyz-i Seher, Gül-i Ruhsar, Sîm-endâm, Nev-peydâ, Necm-i İkbal, Nahl-ı Erguvan, Nihâl-i Gülşen, Âşûb-ı Cihan, Ahter-i Bahar, Reşk-i Elmas, Revnak-bahş, Sâye-i Hümâ, Rûy-i Mahbûb vb. Lâlelere verilen bu adlar, devrin şairleri tarafından şiirlerde kullanılarak ebedîleştirilirdi. Meclis-i Şükûfe'nin, o zamana kadar hiç görülmemiş lâle türleri elde edenleri ödüllendirdiği de olurdu.

Bu bilgiler, Lâle Devri'nin III. Ahmed devrinden en az elli yıl önce başladığını göstermektedir. Özellikle IV. Mehmed devrinin çiçek ve çiçekçilik tarihimiz bakımından çok önemli olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kanunî devrinde, İstanbul'dan Avrupa'ya giden lâle soğanları, bu devirde, Lâle-i Firengî olarak Türkiye'ye dönmeye başlar. Nemçe kralı III. Ferdinand'ın IV. Mehmed'e gönderdiği elçi Schmid Von Schwarzerhon tarafından hediye olarak getirilen eşya arasında her birinden dörder tane olmak üzere, on adet de makbul lâle soğanı vardır ve bu soğanlar, hiç şüphesiz, mevcut lâle zevkine yepyeni bir heyecan getirmiştir.
 

Konu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst