Keşfet

Fetih'ten Günümüze İstanbul Kent Mekânının Oluşumu

Linux

Yaşlı Kurt
Katılım
14 Şub 2021
Mesajlar
3,707
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Konum
istanbul
Fetih'ten Günümüze İstanbul Kent Mekânının Oluşumu / Prof. Dr. Sadettin Ökten - Aynur Can


I. Giriş

Bir kentin mekanını o mekanda yaşayan toplumdan ayrı düşünmek mümkün değildir. Toplum, içinde yaşadığı kent mekanını kendi özelliklerine göre düzenler ya da bir başka deyişle kendi özelliklerini o mekana yansıtarak kenti yeniden inşa eder. Özellikle farklı medeniyetlerin birbiri ardına yaşadığı kentlerde o medeniyetlere ait kültürel katmanların izlerini taşıyan mekanlar, bu tür kentlere başka bir zenginlik katar. Bu çalışmada bahis konusu olan İstanbul kenti de böyle özellikleri taşımaktadır. Burada şehrin 1453'te fethedilmesinden sonra zamanımıza kadar geçen süre içinde barındırdığı toplumun özellikleri ve değişiminden yola çıkılarak bunların kent mekanlarındaki izdüşümleri tespit edilmeye çalışılmış; yukarıda da değinildiği gibi, toplumdan mekana yansıyan ilişkiler bir dereceye kadar açıklanmaya gayret edilmiştir. Ancak şurası da bir gerçektir ki, kent mekanı da içinde yaşayan toplumu etkilemekte ve ona bir şeyler katmaktadır. Fakat bu, hemen fark edilmeyen, zamana yayılmış sessiz bir etkidir. Toplumun yapısı ve özellikleri kente açık bir biçimde yansıdığından bu yazıda bu etki üzerinde durulmuş, kent mekanlarının maşeri bir bilinç ve estetik tercihlerle yapılanışı açıklanmıştır. Toplumsal yapı ile daha çok siyasal örgütlenme (devlet yapısı) kastedilmekte; özellikle Osmanlı döneminde bu örgütlenmenin baskın unsur olduğu ve toplumu oldukça geniş bir biçimde tanımladığı düşünülmektedir. Siyasal örgütlenmenin toplumdaki değer yargılarını biçimlendirdiği ve ekonomik yapıyı da yönlendirip oluşturduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Bu gerçekler, günümüzde farklı ölçeklerde de olsa devam etmektedir. Bu nedenle siyasal örgütlenmenin desteklediği telakkiler sosyal ve ekonomik boyutlar ile kente aksetmiştir. Siyasal örgütlenmeyi ana etken olarak kabul ettiğimizde bunun İstanbul mekanları üzerindeki yansımasını, üç büyük evre olarak incelemek yerinde olacaktır. Bu üç evre siyasal örgütlenmenin yaşadığı üç ayrı değişim sürecine tekabül etmektedir. Ve her süreç kendi özelliklerini İstanbul kent mekanına işlemiştir. Bu süreçleri Osmanlı Klasik Dönemi, Tanzimat ve Cumhuriyet olarak adlandırmak mümkündür. Osmanlı Klasik Dönemi ise kendi içinde Lale devrine kadar Erken Klasik Dönem, Lale devrinden Tanzimat'a kadar da Geç Klasik Dönem diye ikiye ayrılır. Aşağıdaki bölümlerde her dönem için önce siyasal örgütlenme, bunu izleyerek de bu örgütlenmenin oluşturduğu mekanlar açıklanmışlardır. Sivil inisiyatiflerin belirleyici bir biçimde ortaya çıkmadığı toplumlarda kent mekanlarının siyasal örgütlenmenin doğrudan ya da dolaylı düzenlemeleri ile oluşmasının çok doğal bir gerçek olduğu düşünülmektedir.

II. Osmanlı Klasik Dönemi (1453-1839)

A. Erken Klasik Dönemde (1453-1718) Devlet veToplum

1. Temel Kavramlar

Devlet, belirli sınırlar içindeki insan topluluğuna ait siyasi hakimiyetin teşkilatlanmış biçimine denilmektedir.1

Konu sınırlarının çizilmesinde İstanbul'un fethedilmesi itibariyle hakimiyet ya da egemenlik kavramının değerlendirilmesinin gerekliliği düşünülmektedir. Osmanlı Devleti'nde Fatih Dönemi, merkezi otorite ve padişahın güç ve yetkileri açısından bir dönüm noktası olarak belirlenmektedir.2 Fatih'in kanunnamesi ile kardeş katlinin hukuki bir zemine oturtulması, her kardeşe eşit saltanat hakkının tanınması ve egemenliğin bölünmezliği prensipleri birbiri ile bağdaştırılmıştır. Bunun yanında vezir-i azamların güçlü Türk aileleri yerine kul sistemi ile belirlenmesi ve devşirme kökenli devlet adamlarına geniş yetkiler tanınması ile padişahın mutlak egemenliği pekiştirilmiştir. Böylece padişahın karşısında egemenlik ve iktidarı paylaşabilecek güçler bertaraf edilmiştir. "Fatih diğer yandan vezir-i azamın kudretini arttırarak onu padişahın "vekil-i mutlak"ı haline getirmiş ancak hükümdar karşısındaki rolünü hiçe indirerek devlet idaresindeki merkezciliği ve mutlaklığı koyulaştırmıştır.3 Güç ve egemenlik alanı sınırları, hilafetin Yavuz Sultan Selim'e geçmesi ile birlikte daha da genişlemiştir.

Osmanlı toplum düzenini ve yönetim felsefesini oluşturan temel kavramları ve fikri örgüyü anlamak ve açıklamada "daire-i adliye" formülünü zikretmek kaçınılmaz gözükmektedir. "Adalet dairesi" veya "hakkaniyet çemberi" olarak da adlandırılan bu formülleştirmenin kökü, Sasaniler'e kadar uzanmakta olup bu kavram aynı zamanda Kutadgu-Bilig'te, Nizamülmük'ün Siyasetname'sinde ve Gazali'nin eserlerinde açıklığa kavuşturulmuştur. Aynı kavram, Kınalızade Ali Efendi'nin Ahlak-ı Alai'si ve Naima'nın Tarih'i gibi birçok eserde yeniden değerlendirilmiştir.4

Ahlak-ı Alai'den alınan şekliyle hakkaniyet çemberi şöyle sıralanabilir:5

Daire-i Adliye

1) Adidir mucib-i salah-ı cihan
2) Cihan bir bağdır dıvarı Devlet
3) Devletin yatımı şeriattır
4) Şeriata olamaz hiç haris illa Melik
5) Melik zapteylemez illa leşker
6) Leşkeri cem'edemez illa mal
7) Malı cem'eden raiyettir
8) Raiyeti kul eder Padişah-ı Aleme adl.

Söz konusu kavram daha açıklayıcı bir dille şöyle ifade edilebilir.6

1) Dünya barışı adaletle sağlanabilir;

2) Dünya, duvarı devlet olan bir bahçedir;

3) Devletin düzenleyicisi şeriattır;

4) Şeriatın koruyucusu mülktür (hükümranlık);

5) Mülke, yani ülke ve halkı bütünleştirerek devlet kuracak iktidara sahip olmak, diğer bir ifadeyle hakimiyeti elde bulundurmak, sağlam bir orduyu (seyfiye) gerektirir;

6) Ordunun beslenmesi için bolluk ve huzur içinde yaşayan halka (raiyyet) sahip olunması icap eder;

7) Halkın bolluk ve huzur içinde yaşaması, adaletle yönetilmesine bağlıdır.

"Osmanlı anlayışına göre, bu hakkaniyet çemberinin halkalarını oluşturan adalet, devlet, şeriat, hükümranlık, ordu, servet ve halk toplum yapısının temel dayanaklarını teşkil eder. Bu halkalardan biri yok olursa, devlet de toplum da çökmeye mahkumdur."7

Bu esaslara göre biçimlenen Osmanlı toplumu, iki sınıftan oluşmaktadır. Bu ayrım; yöneten-yönetilen veya devlet-tebaa kavramları ile açıklığa kavuşmaktadır. Yönetenler (askeri sınıf da denilmektedir) saltanat beratı ile padişahın kendilerine dini ya da idari yetki tanıdığı kişilerden oluşmaktadır. Yönetici sınıfının görevi; başta padişah olmak üzere, İslam şeriatı ve örften oluşan Osmanlı hukukunu uygulayarak, ülkede adaletin hüküm sürmesini ve halkın refahını sağlamaktır. Yönetilenler (reaya) ise, aralarında ayrım gözetilmeksizin (Müslim-gayrimüslim), görevleri üretim yapmak ve vergi vermek suretiyle askeri sınıfı desteklemek olan sınıftır.

2. Yönetimin Kaynakları

Hakkaniyet çemberini oluşturan kavramlar aynı zamanda Osmanlı devlet yönetiminin temel kaynaklarını açıklamaktadır. Örneğin hak ve adalet kavramları anlamını İslam dininden almaktadır. Nitekim, Osmanlı belgelerinde padişahlar, Allah'ın insanlık üzerindeki gölgesi, müminlerin emiri, Müslümanların imamı, İslam'ın koruyucusu, şeriatın yardımcısı, Türklerin, Arapların ve yabancıların padişahı, bütün kralların sultanı, hayrat sahibi, ilim adamlarının sığınağı, hadımü'l-harameyn'in (Mekke ve Medine'nin) hizmetkarı gibi sıfatlarla İslam dininin belirleyici olduğu ve evrenseli kucaklayan bir kimlikle zikredilmektedir.8 Padişahlar hükümdarlıklarını İslama hizmet etmek suretiyle yürütmüşlerdir. Cülus merasimlerinde yeniçerilerin, "gururlanma padişahım senden büyük Allah var" sözleri eşliğinde tuttukları alkış9 dini değerler sisteminin aynı zamanda bir meşruiyet kaynağı olduğunu göstermektedir. Diğer kavramların da işaret ettiği şekli ile, yönetimin kaynaklarından ilki ve en önemlisi dindir denilebilir. Bir düşünce biçimi ve değerler sistemi olarak İslam dini, saray ve halkın toplumsal ve kültürel hayatına damgasını vurmuştur. Bu anlamda saray ile tebaa bir uyum ve birliktelik içindedir. Dinin temel belirleyici olma niteliğinin kabul edilmesi bunun yönetim anlayışının belirlenmesinde yegane etken olması anlamına gelmez.

Osmanlı Devleti'nin, yönetim alanında ve tebaa ile olan ilişkilerinde, eski Türk devletlerinden gelen bir yönetim geleneğinin veya fethedilen memleketlerdeki bazı vergi teşkilat ve usullerinin milli veya örfi (Sultani) denilebilecek bir yönetim ve hukuk sistemini ortaya çıkardığı bilinmektedir. "Osmanlı kanunnamelerinde şer'i'hükümlerle birlikte örfi hükümlerin de kullanılması, bunu teyid etmektedir. Mesela, Osmanlılarda ahkam-ı şer'iyye ve kavanin-i örfiye tabirlerine birlikte rastlanmaktadır. Nitekim Tursun Bey örfü, "şeri'at yanında cemiyet düzenini korumak üzere ululemrin koyduğu kanun, örftür ve örf, akli esasa dayanır" şeklinde tarif etmektedir. Şer'i hükümler Kur'an, hadis, icma' ve kıyas gibi İslam dininin ilke ve temellerine dayanırken, örf, hükümdarın iradesine bağlı olarak koyduğu kurallar ve bunlardan oluşan fermanlardır. Başka bir tanımlama ile örf, hükümdarın siyasi-idari konularda bağımsız iradesidir.10 Ancak örfi hukukun daha hazırlık aşamasında şer'i hukuk ile uyumuna dikkat edilmiştir. Özellikle şeyhülislamların padişahların şer'i hukuka aykırı kanun ve uygulamalarına zaman zaman karşı çıktıkları olmuştur"11 ve "padişahlar her zaman için davranışlarını şeriat bakımından haklılaştırma hususunda büyük titizlik gösteriyorlardı".12

Osmanlı Devleti'nde askeri güce ehl-i seyf dendiği gibi ehl-i örf de denilmektedir. Kılıç erbabı (seyfiye) olarak nitelenen bu sınıfa ehl-i örf denmesinin nedeni onun dini yapıdan değil toplumun töresinden kaynaklandığının vurgulanması sebebiyledir. Asıl işi askerlik olmakla birlikte yürütme görevleri de bulunan seyfiye, kara ordusu ve deniz ordusu olarak iki bölümden oluşmaktadır. Kara ordusu kendi içinde Kapıkulu Ocakları ve Eyalet Kuvvetleri olarak ikiye ayrılmaktadır. Kapıkulu kul sistemine dahil olup, yaya ve atlı kapıkulu ocaklarından, Eyalet Kuvvetleri ise tımar sistemine dahil olup, tımarlı sipahiler ve yardımcı kuvvetlerden oluşmaktadır. Kapıkulu Ocaklarının en büyüğü ve en etkilisi Yeniçeri Ocağı'dır.

3. Saray ve Yöneten Sınıflar

Osmanlı devlet teşkilatı; padişah tarafından temsil edilen saray teşkilatı yanında merkez ve taşra teşkilatından oluşmaktadır. Burada, temelde devlet yapısını ve anlayışını biçimlendirme etkisi açısından Divan-ı Hümayun üzerinde durulacaktır.

Devlet işlerinin görüşüldüğü Divan-ı Hümayun Topkapı Sarayı'nda kubbe altı denilen mahalde toplanıyordu. Divana sadrazam riyaset eder, divandaki bütün işlerden o mes'ul olurdu. Vezirler, Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri, İstanbul kadısı, defterdar, nişancı, Yeniçeri ağası, kaptan paşa, reisül'küttap divanın tabii azasından idiler. Köprülü Mehmet Paşa'dan sonra devlet işleri sadrazamların konaklarında görülmeye başlanmış ve Bab-ı Ali denilen yer sadrazamların aileleri ile oturdukları mahal olduğundan meclis orada toplanmıştır. Yeniçeri ağalarının "Ağa kapısı" denilen daireleri ile şeyhülislamların konaklarında devlet işleri için toplanılmıştır. 13

Saray, uygulamalı eğitim yapan, Osmanlı kültürünü ve adabını öğreterek devlete en üst seviyede yönetici yetiştiren bir okul konumundadır. Saray Harem, Enderun ve Birun'dan oluşmaktadır. Her bölümde statü ve görevler farklılaşmakta ancak saray halkını temsil etmek çok büyük bir prestij göstergesi kabul edilmektedir.

Harem, sarayın kadınlarının oturmalarına mahsus kısmına verilen addır. Harem, girilmesi memnu' olan yer manasına geldiği gibi buna kıyasla kadınların ikamet ettikleri daireye ve bizzat kadınlara verilen isim olmuştur. Sarayın kadınlar kısmından başka Enderun kısmına da Harem-i Hümayun denilirdi. Saray kadınları haremde itina ile saray terbiyesi denilen muayyen bir usul ve kaide altında yetiştirilirlerdi.

Enderun, saray teşkilatı için kullanılan Farsça bir terimdir, anlamı "iç" demektir. Bu teşkilatta görev alacak kimseler yeniçeri ocağından seçilir ve teşkilatın içinde eğitilirdi. Enderun bilhassa ilk kuruluş ve safiyet devirlerinde hakiki bir mektep vazifesini görmüştür. Bu mektepten altmış sadrazam, üç şeyhülislam, yirmi üç kaptan paşa yetişmiştir.14

Birun, sarayda devlet işleri ile uğraşan teşkilata verilen Farsça bir addır; anlamı "dış" demektir. Teşkilatın başında Sadrazam bulunmaktadır. 15

İlmiye sınıfına ehl-i şer de denilmektedir, bu sınıf, genel olarak toplumun din, yargı ve eğitim-öğretim hizmetlerinden sorumludur. İlmiye müderris, kadı ve müftülerden oluşmakta idi. Kadı, şer'i ve örfi hukukla ilgili her konuda hüküm verme yetkisine sahiptir ve şehir hayatının kontrol edilmesinde merkezi bir rol oynamaktadır. Görevleri arasında alışverişlerin doğru yapılmasını sağlamak da bulunan Kadı bu işi muhtesip denilen özel görevliler ile yerine getirirdi.

Kalemiyye ve ehl-i kalem adları ile anılan bu sınıfa bürokratlar da denilebilir. Resmi dairelerde yazı işlerini gören sınıftır.

4. Ekonomik Yapı

Osmanlı devletinde "mülk sultanındır". Temelde Moğol-Türk geleneğinden gelen bu mülkiyet anlayışı ile uygulanan tımar sistemine göre Osmanlı toplumunda tımar sahibi, toprağın mülkiyetine ve tasarruf hakkına sahip değildir. Tımar verasetle aktarılamaz. Mülk üzerinde mutlak bir hakka sahip olan padişah, tımarı alıp vermekte serbesttir.16 Her ne kadar şeyh ve derviş zümresine temlik edilen topraklar bulunmakta ise de bunların genişliği, Osmanlı toplumunda miri toprak esasına dayanan hakim mülkiyet ilişkilerini değiştirecek çapta değildir.

Osmanlı toplumunda hakim ve yaygın mülkiyet şekli miri toprak rejimidir. Mevcut mülkiyet ilişkileri değerlendirildiğinde Osmanlı Devleti'ni temsil eden sınıflar şöyle belirtilebilir:

* Saray (Sultan)

* Seyfiye

⦁ İlmiye (Ulema)

"Osmanlı toplumunda toprak mülkiyetinin devlete ait oluşu saray, asker ve ulema gibi hakim sınıfların içindeki iktisadi çatışmaların, çok kere siyasi çatışmalar şeklinde tezahür etmesine sebep olmuştur."17

Reaya mülk sahibi olmamakla birlikte toprağı tasarruf etme hakkına sahiptir. Bu hususlar örf ve kanunlarla tayın edilmiş ve topraklar, daimi ve irsi kiracılık şeklinde reayaya verilmiştir.

Ekonomi çarkının dönmesi temelde tımar sistemine bağlanmakla birlikte fütüvvet ekonomisi de (fethedilen yerlerdeki ganimetlerin ülkeye taşınması) ekonomik hayatta önemli bir yere sahiptir. Osmanlı'da şehir ekonomisinde meta üretimi ve ticaret, kırsal alanda ise tarım hakimdir. Ancak temelde Osmanlı ekonomisinin temelini insan ve toprak faktörleri oluşturduğundan ekonomi tipik bir tarım ekonomisi olarak nitelendirilmektedir. 18

Özel kişiler vakıflar yoluyla kendi servet ve girişimlerini kullanarak kamu hizmetlerinin yürütülmesi için tesisler yapmaktadırlar. Böylece vakıf sistemi ortaya çıkmıştır.

Sabri Ülgener'e göre Osmanlı toplumunun iktisadi zihniyet ve ahlak dünyasını aşağıda sayılan unsurlar şekillendirmektedir.

⦁ Ortaasyagil Türk töresi
⦁ Bizans'tan gelen feodal ağalık şuuru
⦁ İslam dini ve tasavvuf ahlakı (Kanaatkarlık ve tevekkül)19

"Osmanlı iktisat zihniyeti Orta Doğu'daki temel devlet ve toplum anlayışı ile yakından bağlantılıydı. Bu anlayış devletin nihai gayesinin yöneticinin gücünü pekiştirmek ve genişletmek olduğunu ve buna erişmenin yegane yolunun zengin gelir kaynakları edinmeyi gerektirdiğini ikrar ediyordu. Bu ise üretici sınıfları müreffeh kılan şartlara bağlıydı. O halde devletin asli işlevi bu şartları ayakta tutmaktı."20 "Devlet-ebed-müddet" kavramı bu anlayışı ifade eden genel bir ilke olarak kabul edilmektedir.


Şimdi bu tanımlanan toplumsal yapının İstanbul mekanlarını nasıl biçimlendirdiği incelenecektir. B. Erken Klasik Dönem (1453-1718) İstanbul Kent Mekanı 1. Antik Kent veya "Bizantion" İstanbul kentini fetih itibariyle anlatmak ve anlamlandırmak, bir insanın çocukluk ve gençliğini göz ardı ederek onun yetişkin çağına ait özelliklerini tanıtmak gibi olacaktır. Osmanlı İstanbul'unun doğru ve başarılı bir analizi için kentin tarihsel arka planına kısaca değinmek gerekir.

İstanbul yarımadasındaki ilk yerleşmenin, M.Ö. 3000 veya 2000'nin başlarında olduğu tespit edilmiştir.21 Ancak bilinen ilk topluluk, Megaralılar olup M.Ö. 7. asrın ortalarında, yarımadanın batı ucunda yerleşmişlerdir. Bunun dışında Kalkedon (Kadıköy) ve Galata'da iki Megara kolonisinin bulunduğu bilinmektedir. Adını ilk krallardan birinden alan Bizantion kenti, yedi tepeden birincisinin eteklerinde küçük bir alanda kurulmuştur. En yüksek noktada koloninin merkezi konumunda olan ve içerisinde tapınak, hamam, tiyatro ve anıtların yer aldığı Akropolis bulunmaktaydı.

Bizantion halkı ticaretle uğraştığından Haliç'te bulunan liman (Neorion) önemli bir yere sahipti. Liman sadece ticareti sağlayan fonksiyonlarla sınırlı olmayıp yönetsel ve askeri fonksiyonları da üstlenmiş bir alandı.22 Yüksek tabaka ve tüccarlar Akropolis ve etrafında oturmaktaydılar.

"196 yılında Roma İmparatoru Septimus Severus, Bizans'ın orijinal surlarını yıkarak, daha geniş bir alanı kaplayan ve birinci ve ikinci tepelerle eski limanı da içine alan yeni bir sur yaptırdı. Severus surlar içindeki kent iskeletinin ilk unsurlarını oluşturacak iki nirengi noktasını belirledi". Sağlı sollu revaklarla donatılan ve bu iki noktayı birleştiren yol olan Mese'nin (Ana arter) ilk bölümünü oluşturdu.23 Bu dönemde yapılan hipodrom, anıtsal yapılar, ana arter ve meydanlar kentin içini, surlar ise yerleşmenin makroformunu göstermekteydi. Bu dönemde sur dışı gelişme çok sınırlıdır.24 Yeni bir sur kuşağının yapılarak şehrin imar edilmesi, şehrin ilk planlı imarı olarak sayılmaktadır.25 Kentin nüfusu yaklaşık olarak 20.000-30.000'dir.

2. "İkinci Roma", "Yeni Roma" ya da "Konstantinapolis"

330 yılında Roma İmparatorluğu'nun başkenti I. Constantinus tarafından Bizantion'a taşınmıştı. Önceleri Roma ile ilişkilendirilen isimlendirmeler kullanılmış, daha sonraları Constantinus'un şehri anlamına gelen Konstantinapolis yaygınlık kazanmıştır.

Bu dönemde eski nirengi noktaları ve fonksiyon alanları aynı kalmak üzere bunları aşarak genişleyen ayrıntılı bir planlama ile şehir adeta yeniden yaratılmıştı. Üçüncü ve dördüncü tepeleri içine alan kent, artık Bizantion'u dörde katlayan surlara sahipti ve nüfusu da yaklaşık 100.000-150.000'e ulaşmıştı. Yeni bir başkent yaratmanın gereği olarak görülen bu uygulamaları, Roma'nın kent yönetim şeması ve anıtsal mimari tarzının taşınması takip etti.26

Bu uygulamalar ile iş alanı, yönetim ve konut alanlarının tümünü kapsamak üzere şehir batıya doğru genişlemiştir. Böylece mekandaki hiyerarşi aynı kalırken niceliksel bir bölgesel genişleme meydana gelmişti.27

5. yüzyıla gelindiğinde şehrin mevcut iki forumuna (Mese Üzerinde) üç forum daha eklenmiştir. Forumlarla etrafı genişletilmiş büyük meydanlar arasında geniş, düzenli ana caddeler bulunmaktaydı. Bu görünümüne tezat teşkil edercesine arka sokaklar dar, karanlık ve çarpıktı.28 Böyle bir şehir nüfus çekmeye devam ediyordu ve 5. asrın ikinci yarısında nüfus 200.000 ile 300.000 dolayındaydı. Sur içinde yapılaşma o kadar yoğundu ki 450'de çıkarılan bir imar yasağı ile binalara kat tahdidi getirilmiştir.29 Artan nüfusun ihtiyaçlarına cevap vermek için su kemerleri, yer altı ve yerüstü sarnıçları ve yer altı su şebekesi yapılmıştır.

Ekonomik ve ticari gücün artmasıyla birlikte siyasal, ekonomik ve kültürel bir merkez olan Konstantinapolis kent mekanına bakıldığında o dönemin sosyal, dinsel ve idari yapılanmasının mekana yansıması izlenmektedir. Ayasofya, imparatorların taç giydiği görkemli bir mabeddir ve aynı zamanda siyasal gücün meşruiyet kaynağıdır. Hipodrom, sosyal, siyasal ve dinsel farklılık ve tercihlerin simgesel mekanı olarak değerlendirilebilir. İmparatorluk Sarayı da Hipodrom ile Marmara Denizi arasındaki alanda kısmen Sultanahmet Külliyesinin bulunduğu yerde inşa edilmişti. Bundan başka anıtsal yapılar, kiliseler ve manastırlar kent siluetinde önemli bir yere sahiptiler. VII. yüzyılda Hıristiyanlığın ağırlığının artmasıyla birlikte kente, içe dönük bir mekansal örgütlenme hakim olmuştur. İçe dönük bir yaşam sürdüren kentliler dini ve ekonomik etkinlikler (çarşı, pazar ve kilise) odaklı bir toplumsal yaşam sürdürmektedirler. VII. VIII. ve IX. yüzyıllarda ekonomik kriz ve dinsel çatışmalar nedeniyle Konstantinapolis anıtsal görünümünü kaybetmiş, yıkıntı bir kent konumuna gelmiştir. X. yüzyılda Orta Çağ'ın en önemli ticaret merkezi olan kentte farklı din ve dillerle kozmopolit yapı korunurken diğer yandan Hipodrom eski önemini kaybetmiş ve kent hayatının odak noktası olan tiyatro ve forumlar terk edilmiştir. XII. yüzyılda Kent Haçlı Seferleri ile tahrip edilmiş, XIII. ve XIV. yüzyıllarda siyasal ve ekonomik nedenlerle kent gücünü tamamen kaybetmiştir.30

Böylece anlatılan özellikler ışığında, XV. yüzyılın ortasına doğru Hıristiyanlığın ürettiği yaşam biçimi, değerler sistemi ve İmparatorluk başkenti olmanın gerekliliği ile birleşen, geleneksel bir Orta Çağ kenti karşımıza çıkmaktadır.

3. Fetih ve İstanbul

Fetihle birlikte bir Osmanlı başkenti olan İstanbul'da başlatılan yeniden yapılandırma ve imar faaliyetlerinin temelini; toplumun İslamiyet ile beslenen değerleri ve geleneksel Osmanlı şehircilik anlayışı belirlemekteydi. Sözü edilen yaşama biçimi ve değerler sistemi çerçevesinde İstanbul, devlet eliyle imar ve inşa edilmiş bir başkent olup, devletin gücünü simgelemektedir.

Fetihle birlikte şehrin nüfusu, 50.000 olarak belirlenmekte iken; yeniden yapılandırma çalışmaları ile göç çekmesi yanında devletin zorunlu göç politikası ile nüfusun 100.000'e ulaştığı yönünde tespitler vardır.31

Kente yapılan ilk müdahale, Ayasofya'nın camiye dönüştürülmesi, vakfının kurulması ve Türk mahallelerinin (Suriçi, Üsküdar. Eyüb Sultan) oluşturulması şeklinde idi. Fethi takip eden ilk yıllarda, Sultan ve devlet ricali Beyazıt'taki Eski Saray'da devlet işlerini yürütmüşler, daha sonra Bizans dönemi akropolisinin yerine Topkapı Sarayı (1474-1478) inşa edilmiştir. Ancak bu bir başlangıç olmuş, zaman içinde gerekli görüldükçe saraya ilaveler yapılmıştır. Yapılan son bina Abdülmecid dönemindedir

"I. Constantinus'un kenti bölgelere ayırmasını andıran bir biçimde Fatih'te İstanbul'u 13 nahiyeye ayırdı. Bunların birincisi, Ayasofya çevresiydi. Diğer on iki nahiye, padişahların ve paşaların kentin fethinden sonraki yetmiş yılda yaptırdıkları külliyelerin çevresinde oluştu. Nahiyelerin alt birimi olan mahalleler ise, vakıflarca desteklenen daha küçük camilerin, yatır ve tekkelerin çevresinde gelişti."32 Külliye merkezli kurulan ve kendine yetebilen organik yapılı nahiye ve mahalle sistemi, arterlerin önemini azaltarak zamanla yok olmaları sonucunu getirmiştir. Külliyeler, Bizantion dönemi forumlarının aksine içe dönük bir yaşam biçimini yansıtmaktadırlar.33

Selatin Camileri olan Fatih Camii, Sultanahmet Camii, Şehzade Camii, Süleymaniye Camii'ne ait külliyeler en önemli olanlardır.

Klasik Osmanlı toprak rejiminde kentsel alanlardaki topraklar miri değil, mülk ve vakıf topraklardır.

4. Kentin Fonksiyon Alanları

Saray: Saray, yönetimin merkezi olan ve padişah ailelerinin yaşadığı büyük bir komplekstir. Bu dönemde saray, kentin konut alanında, simgesel bir rol oynar ve üst düzey devlet görevlilerinin konut mekanında temel belirleyicidir.

İstanbul'da ilk Osmanlı sarayı fetihten sonra, Beyazıt'ta yapılmış ve Saray-ı Atik, Eski Saray isimleriyle anılmıştır. Daha sonra kaynaklarda Saray-ı Cedid-i Amire olarak geçen, Yeni Saray olarak nitelenen Topkapı Sarayı inşa edilmiştir. Zaman içinde inşa edilen yapılarla, Saray-ı Amire fiziksel ve örgütsel nitelikleri ve tören programlarıyla Osmanlı başkentinin kentsel ve mimari görünümünün biçimlenmesi tamamlanmıştır.34

Sultanların sarayını bir yapı olarak değerlendirmek yanlıştır. Saray bir Kale-i Sultani, yani başlı başına bir kenttir ve bu kentin içindeki yapılar İstanbul'un herhangi bir yerindeki yapılar gibi değerlendirilmemelidir. Başka bir deyişle saray duvarları içinde ya da kentte inşaat yapmak aynı koşullara bağlı olmakla birlikte Topkapı'nın farkı, burada mekanların işlevsel bir hiyerarşiye sahip olması ve tekil öğelerin, köşklerin ya da odaların bu hiyerarşiye göre düzenlenmesidir. "Padişah sarayı, bir çok daireleri ve kah'ları ve bahçe ve bostan'ları ile bir şehir manzarası arzeder".35

Topkapı Sarayı'nın üç tarafı denizlerle çevrili olup Birun, Enderun ve Harem olmak üzere üç ana bölümden oluşur. "Bab-ı Hümayun'dan sonra gelen Birinci Avlu, Sultanın kalesinin girişidir. Bu avlu dış bölümün ve bahçelerin bir parçasıdır. Bir bakıma halkın kenti ile sultanın kenti arasındaki bir giriş alanıdır. Birinci Avlu'nun hareketliliği ile İkinci Avlu'nun düzeni ve sessizliği tümüyle değişik bir işlevsel ve törensel atmosferin varlığına işaret eder. Birinci Avlu ya da Alay Meydanı denen ilk avlu bir kent meydanı gibidir, farklı işlevlere sahip yapılarla doludur. Cephanelik olarak kullanılan Aya İrini de dahil olmak üzere askeri mühimmat depoları, Darü'd-darb-ı Enderuni (saray darphanesi), saray oduncuları, öküzlerin ve arabaların barındığı ahırlar, sarayın bakımı için gerekli olan atölyeler, İstanbul'daki inşaatları denetleyen şehreminin ofisi, yapı malzemelerinin saklandığı depolar, Hasırhane-i Hassa ve 120 hastasıyla saray darüşşifası buradadır. Aslında bu avlu sarayın hizmet alanıdır.

Divan'a resmi dilekçe vermek isteyenler, dilekçelerini buradaki küçük bir kulübede çalışan Kağıt Emini'ne verirlerdi. Bu avluyu at üstünde geçen bütün devlet ileri gelenleri ve yabancı elçiler, asıl saraya girmeden önce atlarından inerlerdi. Dolayısıyla atları ve uşakları bu avluda beklerdi. Sarayın İkinci Avlu girişindeki görkemli kapı Babü's Selam'dır. İkinci Avlu'da törenler yapılmaktadır. Diğer bir adı olan Saha-i Adalet, adil bir hükümetin yönetimine işaret etmektedir. Bu kapının dışında idam edilenlerin başlarının ibret için teşhir edildiği bir taş (seng-i ibret) ve bunun yanında da Cellat çeşmesi bulunmaktadır. Babüsselam'dan Birun'a geçilmektedir. Birun, divan meydanı veya dış avlu ile başlar ve Sultan kullarıyla, sadrazamdan en düşük görevliye kadar hükümet işlerini Birun'da görüşür. Birun'un sağında dolap ocağı ve yirmi kubbeyle örtülü divan mutfakları bulunur. Aşçılar camii ve aşçılar koğuşu, helvahane buradadır. Divan-ı Hümayun'nun toplandığı kubbealtı, önü geniş revaklı ve üç kubbeli bir yapıdır. Kubbeli bu üç odadan birinde Divan toplanırdı. Sultan, Harem tarafındaki özel odasında, divan odasına bakan kafesli bir pencereden tartışmaları izlerdi. Devlet hazinesi, Kubbealtı ile harem duvarı arasındaydı. Sarayın dış kompozisyonu içinde en yetkili kurulun yani Divan'ın yönetsel simgeselliği Adalet Kasrı kulesiyle vurgulanır.36 Babü's-Saade ya da Akağalar Kapısı, sarayın iç bölümü olan Enderun'a açılır. Değişik dönemlere ait yapılarla çevrili bir bahçe niteliğinde olan bu revaklı avlunun çevresindeki ana yapılar Arz Odası, Fatih Köşkü (sonradan Hazine-i Hassa) ve sonradan Hırka-ı Saadet Dairesi olan Has Oda'dır. Buradaki öbür yapılar Enderun'un yönetim bölümü, içoğlanlar ve akağalar koğuşudur. Ağalar camii ve kütüphane buradadır. Enderun ve Biruna bitişik olan Harem, en çok değişikliğe uğrayan bölüm olup iç içe geçmiş bir dizi daireden oluşmaktadır. Harem kabaca üç bölümdür. Valide Sultan'ın, sultan eşlerinin ve kızlarının yaşadığı Boğaz'a ve Haliç'e bakan kuzeybatı daireler, batıda, kente ve Haliçe bakan cariyeler dairesi ve bu daire ile avlu arasında, bir iç avlu çevresinde düzenlenmiş Karaağalar Koğuşu. Harem'den Kubbealtı ve Has Ahırlar'a bağlantı vardır.

Saray geniş avlular, köşkler, kasırlar, camiler, divanlar, devlet daireleri, kütüphaneler, koğuşlar, mutfaklar, çeşmeler ve bahçelerden oluşur. Denizden ve karadan saraya açılan kapılar vardır. Sarayın surları çevresinde üst düzey yöneticilerin konutları yer almaktadır. O dönem, kasır, köşk ve konak denilen konutlar, saray ve çevresinden soyutlanamamış, halkın oturduğu alanlara dağılmayıp bir arada toplanmıştır.

Padişahın sarayı dışında, sadrazamlara ait saraylar da bulunmaktadır. Kömürciyan, Topkapı Sarayı'nın kara kapısı olan Demirkapı'da konaklar yanında I. Ahmet'in sadrazamlarından Derviş Paşa'nın sarayının olduğunu söylemektedir.37 Saraylarda, özel yaşama alanları ile yönetim işlerinin yürütüldüğü alanlar ayrı düzenlenmiş mekanlar olarak avlular çevresinde toplanmıştır.38 Sarayların iç bölümü, odalarının bezemeleri ve bahçeleri ile konut özelliği vurgulanmaktadır.39

"Sultanın sarayı, Allah'ın kulları üzerindeki tasarrufunun, İmam'ın, yani sultanın şahsında tecelli ettiği yarı kutsal bir yer olarak tazim görmekteydi. Bir hadiste söylendiği gibi: "İmam kendi milleti içersinde Allah'ın sadık vekili, O'nun kullar üzerindeki himayesinin delili ve ülkedeki temsilcisidir."40

Devletin temsil edildiği mekan, saraydır. XIX. yüzyıla kadar kentte kurumsallaşmış devlet binaları yoktur. Şehir yönetiminde önemli ve fonksiyonel bir rol üstlenen kadı bile işlerini kendi özel konutunda yürütmektedir.

Saray 5000 nüfuslu bir kent gibidir. Osmanlı sarayının örgütlenmesi Sultanın kişiliği çevresinde yapılanan Osmanlı devlet sisteminin fiziksel ifadesidir. Sistemin mutlakiyetçi yapısı saraya aynen yansımıştır.

Saray Osmanlı devlet işlerinin yürütüldüğü bir kompleks olarak 400 yıl işlev görmüştür.

Askeri Yapılar: "Osmanlı 'kılıç ehli' olduğundan, yönetim temelde gelişmiş bir askeri sistemdir. Sultanın muhafızlarının, devletin ileri gelenlerinin, askerlerinin, yeniçerilerin, sipahilerin ve başka bütün askerlerin, kentin günlük yaşamında önemli bir yeri olmuştur. Hepsi kent merkezinde yaşıyor ve varlıkları her zaman hissediliyordu. İstanbul'da görevli olan ve odalarda (yani kışlalarda) yaşayan bütün askerlere kapıkulu deniyordu."41 XVII. yüzyıl itibariyle askerler yaşamı fazlası ile etkileyen öğelere dönüşmüşlerdir.

Yeniçeri odaları önceleri Şehzadebaşı'nda Eski Odalar olarak bilinmekte olup sonraları Aksaray ve Fatih arasındaki Yeni Odalar'a taşınmıştır. "Yeni Odalar, bir avlu çevresinde yer alan 368 ocaklı oda, 130 çardak, 69 ocaklı kerevet, 90 talimhane, 20 köşk 4 tekke, 158 ahır, depolar, mutfaklar ve başka hizmet birimlerinden oluşan çok büyük bir ahşap kompleksti. Yeni Odalar'ın önündeki ünlü Et Meydanı, Yeniçeriler'in mutfağına et satmak üzere kurulmuştu. Orta Cami denilen camileri de bu meydandaydı. Et meydanı kentin yaşamında çok ünlenmişti. Çünkü bütün yeniçeri ayaklanmaları burada başlıyordu. Orta Cami'nin de benzer bir ünü vardı, burada da yeniçerilerle hükümet üyeleri pazarlığa otururdu."42 II. Osman'ın Yeniçeriler tarafından öldürülmesinden sonra (1622) yeniçerilere evlenme ve kendi evlerinde oturma izni çıkmıştır. Yeniçeriler kışlalarını terk etmeleri ile kentin ekonomik yaşamında önemli bir rol oynamaya başlamışlardır.

Yeniçeriler barışta genel olarak kentin güvenliğinden ve yangın gözetlenmesinden sorumlu idiler. Yeniçeriler Eski Saray bölgesinde, Süleymaniye Külliyesi yakınındaki Ağa Kapısı'ndan yönetilmekteydiler. Yangın Kulesi de Ağa Kapısı'nın yanındadır. "Ağa Kapısı, limana manzarası olan, kente egemen bir konumda, geniş bir bahçe içinde duvarlarla çevrili bir kompleksti. Kompleksin içindeki çok sayıda yapı arasında atölyeler ve küçük bir de çarşı vardı. Yeniçeri ağası, sadrazamı, Ağa Kapısı'na yaptığı yıllık ziyaretinde Tekeli Köşkü olarak bilinen yapıda ağırlardı ve bu önemli bir devlet töreniydi."43

Fetihten sonra İstanbul'da Bizanslıların kurduğu küçük tersanelerin kullanılması yerine II. Mehmet tarafından 1455'te Haliç'in kuzey kıyısında büyük bir tersane kurulmuştur. Yeni tersane ilk yapıldığında birkaç bölüm, bir divanhane ve meclisten oluşuyordu. Zamanla kıyıda gemi inşa tezgahları arttırıldı, ambarlar ve atölyeler ilave edildi. Kaptan-ı Derya'nın dairesi de burada bulunmakta idi. Tersanede önceleri kayık, karamürsel, aktarma, at kayığı, çektiri gibi nispeten küçük ahşap tekneler yapılırken teknolojinin ilerlemesi ile II. Beyazıt döneminde (1481-1512) büyük gemiler inşa edilmeye başlandı. Tersane devletin bütün tersanelerinin idari merkezi olmasıyla inşa tezgahları, donanım ve malzeme ambarları, havuzları, kışlaları, yelken dikim, kürek yapım atölyeleri, dökümhanesi, cami, mektep, hamam ve hatta zindanlarıyla büyük bir denizcilik merkezine dönüşmüştür.44

Üretim ve Ticaret Alanları: İstanbul'un çok önemli bir vasfı, ticaret merkezi olmasıdır. Lüks mallar İstanbul pazarlarında çok daha ucuzdur. Temel ticaret yapıları; bedestenler, hanlar, kervansaraylar ve çarşıları oluşturan sokaklar boyunca sıralanmış dükkanlardan oluşmaktadır. Mahmut Paşa Külliyesi ile birlikte inşa edilen Kürkçü Han, kargir hanların ilk örneğidir. Genelde han ve kervansaraylar ahşap inşa edildiğinden günümüze ulaşamamıştır. Ticaret yaşamının merkezi bedestenlerdir. "Bugün mevcut olmayan liman çevresindeki tahıl ambarları taştan olabilir, fakat ticaret yapıları, arastalar, hanlar ve kervansaraylar, yüzyıllar boyunca ahşaptan yapılmıştır.45 II. Mehmet'in iki bedesteni çevresinde alışveriş yapılan sokaklardaki bütün dükkanlar, 18. yüzyıla değin tek katlı ahşap yapılardı. Kapalı Çarşı, iki yanlarında basit ahşap dükkanlar dizili sokaklardan oluşuyordu ve her sokak, terziler, şapkacılar, manifaturacılar, mücevherciler gibi belli bir ticaret koluna ayrılmıştı. Hanlar, tek ya da iki katlı, genellikle merkezi bir avlusu ve tek girişi olan dikdörtgen yapılardı. Saraylarda olduğu gibi bunların da zemin katları moloz taş, birinci katları ise ahşaptı.

Liman bölgesi ve çarşılar fonksiyonları itibariyle, Bizans döneminden sonra da aynı kalmıştır. Buralarda ekonomik faaliyetlerin canlandırılması amacıyla, muhtelif cami, imaret ve çarşılar ya yeniden yapılmış ya da eski yapılar onarılmıştır.46

15. yy'da bugünkü Sirkeci'den başlayarak Haliç içlerine kadar olan bölgede liman aktivitelerinin genişlediği ve limandaki boşaltma işlemlerinde sadece gerekli tüketim maddeleleri için mekan düzeyinde bir tür uzmanlaşmanın ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu bölgede Yemiş Pazarı İskelesi, Un Kapanı, Yağ Kapanı, Odun Pazarı İskelesi, Balat İskelesi gibi özel mahaller bulunmaktadır. İstanbul'a Kırım, Tuna ve Karadeniz'den gelen erzak Haliç içindeki iskelelerde boşaltılır, kontrolleri yapılır, depolama ve erzakın işlenmesi ile ilgili esnaf da iskelelerin çevresinde faaliyet gösterirdi. Bugünkü Tahtakale, limana bağlı faaliyetlerin en çok yoğunlaştığı yerdi.47 "Bugünkü Eminönü, 15. ve 17. yüzyıllarda limanın merkezi fonksiyonlarına sahipti. Eremya Çelebi, Mısırdan ve uzak adalardan gelen gemilerin burada Gümrük Eminliği önünde durup, kontrol için beklediğini bildirmektedir. Uzak ülkelerden gelen malların depo edildiği antrepolar ile bunların satışının yapıldığı Mısır çarşısı da bu nedenle burada bulunmaktadır."48

Eminönü ve Unkapanı arasında Balık pazarı bulunuyordu. Haliç içlerine gidildikçe Sebze Pazarı, Odun Pazarı ve Hapishane bulunmaktadır.

İstanbul'un geleneksel kent özelliklerini gösteren bu mekan kalıpları uzun yıllar boyunca aynıdır. Kentin fonksiyon alanlarındaki genişlemeleri kentin doğal hinderlandı'nın büyümesi ve ülkenin gerçek merkezi durumuna gelmesiyle açıklamak mümkündür.49

Eğitim Yapıları ve Dini Yapılar: Osmanlı'da dört tip eğitimden bahsedilebilir. Bunlar; yönetici sınıfı yetiştirmek üzere saray eğitim kurumu olan Enderun, bürokrat (küttab) yetiştirmek üzere usta-çırak ilişkisi çerçevesinde bürolarda eğitim veren kalem eğitimi, tasavvuf erbabının yetişmesine yönelik dergah veya tekke eğitimi ve ilim erbabını yetiştiren medrese eğitimidir. Bunlardan Osmanlı klasik ve geleneksel eğitim sisteminden bahsedilince medrese akla gelmektedir. Eğitim faaliyetlerinin temel kurumları külliyeler içinde yapılanmıştır. Her bir külliyede medrese bulunmakla birlikte bunlardan bazıları çok önemli bir yere sahip olmuşlardır. XV. yüzyılda II. Mehmet tarafından yaptırılan Sahn-ı Seman Medreseleri (1463-1471) bundan yüzyıl sonra da Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Süleymaniye Medreseleri (1550-1557) klasik dönemin ilim hayatında iki dönüm noktasını oluşturmaktadır.50
Mahalle teşkilatının örgütlendiği bir merkez olarak külliyelerde eğitim ve dini faaliyetler sürdürülmektedir. Külliye, bir cami çevresinde medrese, imaret, aşevi, kütüphane, türbe, hamam, çeşme, sebil, çarşı, han vb.'den meydana gelen dinsel ve toplumsal yapılar topluluğudur.

Cami ve mescit ibadetlerin yerine getirilmesinde kullanılan dini yapılar olarak değerlendirilmekle birlikte, bu dönemin dini yapıları içinde tarikatların faaliyetlerinin sürdürüldüğü tekkeler önemli bir yere sahiptir. Tekke, tarikat şeyhinin veya tarikatın ileri gelenlerinin türbeleri etrafında kurulan, haremlik-selamlık daireleri, mutfak, derviş hücreleri, kitaplık, çilehaneler, yemek odası, konuk odaları ve eski tarikat bağlılarının türbe ve mezarlarının bulunduğu mekanlardır. Tarikat kurucusunun (pir) türbesinin bulunduğu tekkeye pir evi, diğer tarikat büyüklerinin türbelerinin yer aldığı tekkeye asitane, bunların küçüklerine ise tekke veya dergah denilmektedir. Tekkeler dinsel işlevleri yanında birer eğitim, öğretim ve sanat kurumlarıdır. İstanbul'da birçok tarikat vardır. Bu tarikatlara göre tekkeler farklı isimler alabilmiştir. Örneğin Mevleviler Mevlevihaneyi kullanmışlardır.

Bu dönemin dini yaşantısı, farklı din mensupları ve onların dini yapıları ile zenginlik ifade eden bir olgudur. Rum, Ermeni, Yahudi nüfus kentin periferisinde kendi kutsal mekanlarını inşa etmişler ve buralarda dinsel faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.

5. Kentin Konut Alanları

Osmanlı toplumunda barınma kültürünün zenginliğine işaret eden, sivil konut karşılığında, kullanılan beyt, dar, gurfe, hane, ev, hücre, kasır, konak, konak yavrusu, köşk, menzil, oda, sahilhane ve yalı terimlerden bazılarının ortaya çıkışı ve yaygınlık kazanmaları, klasik dönem içinde ancak, farklı zaman dilimlerinde gerçekleşmiştir.

Köşk: Erken klasik dönemde Lale Devri'ne kadar köşk deyince, Topkapı Sarayı ya da konak kompleksi içinde bulunan, bağımsız ve küçük konut birimleri anlaşılmaktadır. Bahçe içinde yapılan köşkler genellikle ahşaptır. Üstü kapalı, yanlardan etrafı seyre açık, dinlenme alanları olarak düşünülmüştür. Bağdat Köşkü ve Revan Köşkü örnek olarak verilebilir. Dışları sade görünüşlü olan yapı birimlerinin içleri çinilerle süslenmiştir.

Köşk Sultan Sarayında olduğu gibi bir özel kişinin evinin ilavesi de olabilir. Özel kişinin avlusunda veya bahçesinde ise köşk ismini muhafaza eder hatta yerine göre kameriye, mehtabiye, çardak v.s. isimlerini de alabilir.51 Bu dönemde, Saraya özgü bu konut biriminin, Lale Devri'nden sonra anlamı değişmiş, bağımsız bir konut biçimi olarak köşk Haliç ve Boğaz köylerinde yaygınlık kazanmıştır.

Kasır: Erken klasik dönemde, köşk gibi Topkapı Sarayı içinde yaptırılan konut birimleridir. Yalnız padişaha aidiyet anlamını taşır. Örnek olarak Sepetçiler Kasrı, Yalı Kasrı verilebilir. Kasırın da Lale Devri itibariyle anlamı değişmiştir.

Konak: Üst düzey devlet yöneticilerine ihsan olunan, resmi ikametgah olup geçici olarak oturulacak yer karşılığında kullanılmaktadır. Büyük olan ve haremlik-selamlık olarak ayrılan bölümlerden oluşan ve kent içinde bulunan konut tipidir.52

Mantran, konak ve sarayların erken klasik dönem İstanbul'unda fark edildiğini belirtir ve konakları, yüksek geliri olan ve yüksek mertebeli kişilerin oturduğu, özel otellere benzetir. Ona göre, konak ve saray arasında çok fazla fark yoktur ve bunlar, aynı iç düzenleme ve bezeme kaygılarına sahne olmaktadır. Bunların dıştan gösterişli olmadığını ancak oturanların rahatlık ve zevkine yönelik yapıldığını söyler. "Saraylar ve konaklar çoğu zaman diğerlerinden daha iyi inşa edilmiş olmakla birlikte dıştan hayranlık uyandıracak bir görünüm sunmamaktadırlar."53

Konakların çoğunluğu Saray çevresinde bulunmakla birlikte devlet görevinde bulunan gayri müslimlerin yerleştikleri semtlerde konakları bulunmaktadır. Kömürciyan, Fener'de Divan-ı Hümayunda tercümanlık yapan ve Eflak ve Boğdan beyliklerinde bulunan Rum asilzadelerinin konakları olduğunu söylemektedir.54

Halkın Yaşadığı Konutlar: İstanbul'un genel olarak konut alanları, cami merkez alınarak etrafında bekar odaları ve hanların bulunduğu iş bölgesinden sonra başlar. Böylece, iş bölgesini çevreleyen merkezi ve iç kısımda Müslüman nüfus, periferide ise gayrimüslim azınlıklar ve sistem dışı gruplar yerleştirilmiştir.55

Geleneksel kentlerde olduğu gibi İstanbul mekanındaki farklılaşmayı da, sosyal statü ve gelir farkları değil; dini ve etnik farklılaşma belirlemektedir. Semtlerde sınıfsal özellik olmamakla birlikte, sadece Çarşamba semti, Fatih ve Süleymaniye medreselerine yakın olduğundan "ulema semti" olarak bilinmektedir.56

İstanbul halkının oturduğu konutlar olan evlerden önce, genellikle iş bölgesinde olmak üzere "oda" ya da "hücre" olarak isimlendirilen bekarların yaşadığı konutlardan bahsedilecektir.

Oda veya hücre, ev anlamında kullanılan konut türünün, en alt barınma basamağını oluşturmaktadır. Bir çeşit toplu konut gibi düşünülebilecek odalar, kiralanmak amacıyla yapılan, tek katlı, aynı biçim ve büyüklükte olan tek tek yapıların oluşturduğu diziler şeklindedir.57

XVI. yüzyılın ortalarında, sur içi alanının doğu ucunda toplam olarak 1026 konut bulunmaktaydı. Büyük bir çoğunluğu oda topluluğu olan konutların geri kalanı bağımsız evlerdi.58

Oda yalnızca iş bölgesinde çalışan bekar erkeklerin barındığı konut türü değildir. Bekar öğrencilerin, saray görevlilerinin ve yeniçerilerin oturduğu odalar da vardır. Enderun öğrencileri, Topkapı Sarayı'nda "büyük oda" denilen konutlarda yaşarlardı. Geceleri sekilerin üzerinde onarlı gruplar halinde yatarlar, gündüzleri de eğitim ve diğer işleri aynı mekanda yürütürlerdi.59 Medreselerde eğitim gören "suhte" denilen öğrenciler de, medreselerde onlara ayrılan odalarda yaşıyorlardı.

Yeniçeriler "orta" denilen birimler halinde örgütlenmişlerdi. Her orta mutfak, tuvalet ve koğuşu bulunan kendine ait bir barınma yerine sahipti. O dönemde, "eski" ve "yeni odalar" olarak bilinen iki ana yerleşme grubu vardı.60

Görüldüğü gibi, oda klasik dönem konut tipolojisinde farklı biçim ve anlamlarla ortaya çıkmıştır. En alt barınma basamağını temsil etmesinin yanında asker ve öğrencilerin yetiştirilmesi ve çalıştırılmasında ortaya çıkmış kurumsal bir konut tipini oluşturur. Bu konut tipi, içinde yaşayanların tercihleri dışında, devlet politikası olması zorunluluğu ya da şartların elverişsizliği sonucu meydana gelmiştir.

Evler üç tipe ayrılmaktadır:61

⦁ "Beyt-i süfli","hane-i tahtani" ya da "menzil" denilen tek katlı evler
⦁ "Beyt-i ulvi" ya da "hane-i fevkani" denilen iki katlı evler
⦁ "Mükellef" denilen geniş ve büyük evler

II. Mehmed'in Vakfiyesinde konutların niteliklerine yönelik açıklamalardan İstanbul evlerinin büyük çoğunluğunun tek katlı olduğu anlaşılmaktadır.62 Vakfiyede, bu evlerin sıra evler oldukları belirtilmiş; üç katlı evlerden söz edilmemiştir. Evlerin bazıları duvarla çevrilidir.63 Evlerin çatılarında, konut kültüründe zamanla farklı biçimde isimlendirilecek gurfe, cihannüma ve cumba denilen kapalı çıkmalar vardır. Bu çıkmalar bazı evlerde dıştan eli böğründe denilen desteklerle mesnetlenmiştir.

İki katlı evler, XVI. yüzyıl ikinci yarısında, servisleri alt katta ve oturma katı üstte olmak üzere yapılmaya başlanmıştır. Bu evler o dönemler için zenginlik işareti olduğu kadar, yeni bir konut kavramını gündeme getirmiştir.64

Her ev ayrı bir haneyi ifade etmektedir. Ev yapımında kullanılan ana malzeme ahşaptır. Kargir evler oldukça az olup bu evlerde, gayri müslim azınlıklar oturmaktadır. Yerleşim ve konut biçimlenmesinde dini ve etnik ayrımın belirleyiciliği etkin olduğundan gayrimüslimlerin evleri Müslümanların evlerinden daha yüksek olamazdı.

Depreme dayanıklılığı, malzemesinin kolay bulunması, ucuz ve ustalığının yaygın olması nedenleriyle tercih edilen ahşap binalar, yangına karşı dayanıksız; hatta yangına sebep olmakta idi. Bu yüzden, ahşap bir metropol olan başkent65 sürekli olarak yangınlara sahne olmuştur. Dar ve kıvrımlı sokaklarda, bitişik düzen ahşap evler arasında yangın duvarının bulunmamasına İstanbul'da eksik olmayan rüzgar ve fırtınalar da eklenince bazı tarihlerde kentte afete dönüşen büyük yangınlar görülmüştür. XVI. yüzyıl itibariyle ahşap yapı yasağı çıkmış, ancak yasaklar gerektiği şekilde uygulanamamıştır. "Bu büyük yangınların kentin topografyasında ve görünüşünde büyük değişikliklere yol açtıkları düşünülebilir, ama hiç de öyle olmamıştır, Çünkü taştan yapılan büyük binalar yangına dayanmakta ve yerlerinde kalmaktadırlar; öte yandan halk alışkanlıklarını ve geleneklerini değiştirmekten hiç hoşlanmamaktadır."66

Halkın ahşap inşa tekniğindeki ısrarlı tavrı, güçlü bir ahşap ev geleneğine bağlanabilmekle birlikte yeterli bir açıklama değildir. Yangınların hane ekonomilerine etkisi ve o dönem nüfus artışı nedeniyle niceliksel olarak ev sayısının artması da ahşap inşaat üzerinde etkili olmuştur.

Sedat Hakkı Eldem'e göre, XVII. yüzyılda İstanbul'da klasik Türk konut tipini temsil eden, onun "dış sofalı" dediği "hayatlı ev" tipolojisi yaygındır. Bu ev tipinin en önemli öğesi, bütün etkinlikler için kullanılan, "Türk odası" denilen bağımsız yaşam ünitesidir.67

Ahşap hayatlı ev geleneğinin İstanbul konut mimarisine bıraktığı nitelikler şunlardır:68

⦁ Evlerin zemin katlarının servis olarak kullanılması ve sokağa kapalı olması
⦁ Mutfakların bahçe ya da avluda bulunması
⦁ Üst katların zemin katlar üzerinden sokağa taşması
⦁ Pencere ve oda düzenleri
⦁ Az katlılık
⦁ Yatay genişleme

Böylece denilebilir ki, "yabancı gezginlerin hep şaşırarak belirttikleri, adeta geçici yapılıyormuş hissi veren bir tutumla süratle kurulan bu ahşap strüktürde, kafeslerle dış dünyanın gözünden saklanan, fakat bol pencerelerle sokağa açılan ışıklı odaların, yollar ve kıyılar boyunca cumbaları ve çıkmalarıyla sürekli bir gölge ışık oyunu yaratan, çeşitli renklere boyanmış, zemin katların kapalı duvarları üzerinden dış dünyaya açılan hareketli cepheler Anadolu'da gelişen büyük Türk konut tipi geleneğinin, hayatlı evin İstanbul peyzajına yansımış izleridir."69

Karoly Kos, dönemin evlerini şöyle anlatır: "Dar sokaklar üzerindeki gri ve kahverengi renkteki evlerin tek düzeliği can sıkıcı değildir; sadelikleri bu evlere ayrı bir hava, ayrı bir özellik kazandırmaktadır. Sokaklarda sessizlik ve güven hakimdir, kapılar daima kapalı, pencereler kepenklidir. Kafeslerin arkasında gölgeler dolaşmakta, güneş yarı karanlık sokaklara keskin bir ışık lekesi yapmakta ve evler bu lekelerin arasında koyu bir nokta olarak kalmaktadır... Renkler asla bir süs görünümüne bürünmemiştir bu şehirde. Her şey daha açık, daha sıcak ve daha taze, daha da doğal hale gelmiştir."70

Konutlara övgüler yağdıran yazılar yanında, o dönem İstanbul'unu bakımsız ve kirli bulanlar da vardır. "Evler ve dükkanlar genellikle mütevazı, hatta ekabir konakları hariç sefil görünüştedirler."71

Mantran, yabancı seyyahların İstanbul evleri hakkındaki gözlemlerinden bahsederken, bunların vasat, fakir olmanın bile altında, kötü inşa edilmiş, kullanışsız niteliklerde olmalarına karşın mütevazı oldukları ve güzel göründükleri görüşünde birliktelik sağlandığını yazar.72

Devletin büyük ve zengin olduğu bu dönemde servet, özel konutlara, bahçelere, hatta saraylara değil; kamusal binalara, camilere ve askeri tesislere aktarılmıştır. Çünkü, zengince yaşama biçimi ve anlayışı bunu gerektirmektedir.73 Osmanlı kültürünün fonksiyonel ve estetik görünümü, sanat eserlerinde olduğu kadar halkın ikamet ettiği alanlarda da bir bütün olarak sergilenmiştir. Bu işin nasıl başarıldığı sorusunu Karoly Kos şöyle yanıtlıyor: "Bu en zor olan sanat sorununu eski, köklü ve gelişmiş kültürlere, medeniyetlere sahip olan dönemler farklı farklı da olsa yine de çözmeyi başarmışlardır. Bilinçli bir şekilde değil, hesaplar yaparak hiç değil, büyük kuruluş ya da mekanizmalarla değil; içten gelen bir stil önsezisiyle, bir doğallıkla, huzur içinde, asla telaşa kapılmadan, asla aramadan ve de akıl satmadan, ukalalık yapmadan, gerçekleştirdikleri işin başarılı olacağına inanarak, güvenle o sorunu çözmüşlerdir."74

C. Geç Klasik Dönem (1718-1839)

1. Devlette ve Toplumda Değişim

Lale Devri (1718- 1730), devletin kendi aleyhine işleyen iç ve dış konjonktürü değerlendiremediği veya sorunları görmezden gelerek lüks tüketime yöneldiği bir sefahat süreci olarak yorumlanmaktadır. III. Selim'le birlikte siyasi başarısızlıkların nedeni, yönetim ve eğitim sistemlerinde bulunmuş ve bu konuda Batı devletlerinin uygulamaları örnek alınarak sorunların aşılması yöntemlerine başvurulmuştur. II. Mahmut'la devam eden bu yenileşme çabaları askeriyenin düzeltilmesi ve devlet teşkilatının yeniden düzenlenmesi şeklinde olmuştur. Bu dönemde düzenli ordu birliklerinin kurulması, askeri okulların açılması ve devletin Nezaretlere ayrılmasıyla bürokratik yönetim geleneğinin başlatılması ile modernleşme çabaları sürmüştür. Toplumsal olarak bu dönemi, erken klasik dönemden ayıran noktalar; üst sınıf kültürünün belirginlik kazanması ve buna bağlı olarak yeni konut ve yaşama biçimlerinin ortaya çıkmasıdır. Osmanlı kültürü değişme sürecine girmiş, toplumun içsel dinamikleri değişmeye başlamıştır.

2. Değişimin Kent Mekanına Yansıması

Nezaretlerin tesisi ile birlikte İstanbul'da resmi binalar hızla artmıştır. Sarayın varlığıyla birlikte temsil mekanı olarak dikkat çeken üst düzey devlet görevlilerinin konutları, sayıca artmaya ve kent dokusunda yayılmaya başlamıştır. XIX. yüzyıldan sonra köşkün anlamı değişmiş, sayfiyedeki mevsimlik, hatta kent içinde sürekli oturulan konutlara da köşk denmiştir. "Köşk ismi, ev ve konaktan daha çekici sayılmıştır".75 Özellikle, Haliç ve Boğaziçi kıyılarında, mevsimlik eğlence ve dinlenmeye yönelik konut biçimleri geliştirilmiştir. Sultan ve üst düzey devlet görevlilerinin dinlenmesi ve avlanması için mimarileri ve süslemeleriyle dikkat çeken kasırlar yapılmıştır. Sadabad Kasrı, Göksu Kasrı, Aynalıkavak Kasrı örnek olarak verilebilir.

Bu dönem, Osmanlı konut kültürüne yalı ve sahilsaray ya da sahilhane denilen iki konut tipi kazandırmış ve erken klasik dönemde saray içinde bulunan köşkler, sayfiye semtlerine taşınmıştır. Bahçe içinde, ahşap olarak inşa edilen köşkler ile su kenarında inşa edilen yeni konutlar, doğa mekan bütünleşmesi içinde zengin süslemeleri ile İstanbul'u güzelleştirmiş ve ona yeni bir siluet kazandırmıştır. Sivil konutlar yaygınlık kazanırken, aynı zamanda konut alanında bireyselleşme başlamıştır.

İstanbul'un suriçi kentle sınırlı görünümünün yerini, kıyılarda yoğunlaşan bir kıyı kenti almaya başlamıştır. XVI. yüzyılda cami ve mescitlerin %63'ü suriçi kentte yer alırken, XVIII. yüzyıla gelindiğinde bu oran %45'e düşmüştür yine bu dönemde yapılan su yollarının hemen hemen hepsi sur dışındadır.76

XVIII. yüzyıl sonlarına doğru büyük askeri kışlaların inşaatları İstanbul'a hakimdir. "Proje ve tipolojiler yabancı kaynaklı olduğundan kıyıların kentin görünümü değişmiş ve büyüklükleri, farklı ölçekleri ve üsluplarıyla bu kışlalar reformcu sultanların getirdiği yeni düzenin adeta simgeleri olmuştur".77

Taksim'de Halil Paşa Kışlası, Cezayirli Hasan Paşa'nın yaptırdığı Kalyoncu Kışlası, III. Selim döneminde bir grup çok büyük askeri yapı, Halıcıoğlu'nda Humbaracılar Kışlası, Tophane'de Topçular Kışlası ve eski Kavak Sarayı yerine yapılan Selimiye Kışlası 18. yüzyıl sonunda inşa edilmiş yapılardır.

"Fransız yeni klasisizmini İstanbul'a taşıyan bu askeri yapılar o günün kentlisi için başka bir dünyanın habercileriydi. Kentsel görünüm içinde bu yapılar o kadar ağırlıklıydı ki, sur dışındaki İstanbul bir kışla kentine dönüşmüştü. Kaldı ki bunlar sadece işlevleri için değil, yeni politikaların simgesi olarak, yani Osmanlı Devleti'nin artık bir Avrupa devleti bağlamındaki gücünü vurgulamak için yapılmışlardı."78

XVIII. yüzyılda Boğaz, üst sınıf Türkler'in araba yerine kayık kullandıkları büyük bir bulvardı.79

1773'te Mühendishane-i Bahri Hümayun'un açılması ile gemi inşasında önemli ilerlemeler ile tersane genişletilmiş ve geliştirilmiştir.

Haliç çevresinde fabrikalar kurulmaya başlanmıştır. 1828'de Eyüp'te Riştehane (yün imalathanesi) ve iplikhane Karhanesi ve 1833'te Feshane inşa edilmiştir.

D. Klasik Dönem İstanbul Konutlarının Genel Nitelikleri

Lale Devrinin kent ve konut alanında getirdiği farklılıkların, kentin klasik formunda ve konut biçimlerinde köklü bir değişiklik şeklinde olmadığı, konut biçimlerine ilaveler ve kentin genişlemesi şeklinde olduğu düşünülmektedir. Bundan dolayı aşağıda klasik dönem konutlarına ilişkin genel nitelikler sunulmaktadır.

a. Ayrı bir haneyi temsil eden her ev, tek başına bir varlık kazanmıştır.

b. Doğal mekan, mahalle sakinleri tarafından bölüşülerek, ev-doğa birlikteliği kurulmuştur. Böylece, doğayı muhafaza eden ve doğayla bütünleşen bir estetik anlayışı hakimdir.

c. Yatay genişleme esasına göre inşa edilmişlerdir.

d. İnsana uygun ölçü esas alınmıştır. Bunun arka planında, dinsel merkezlerin yüceliğini açığa çıkarma kaygısı ve fonksiyonelliğin ön planda tutulması yatmaktadır. Böylece, kent siluetine olduğu kadar, benzer biçim ve boyutlarda inşa edilen evlere estetik görünüm kazandırılmıştır.

e. Pencere sayısının fazlalığı ve cumba çıkma gibi birimlerle, çevreye bakışa çok boyutluluk kazandırılmıştır. "Geleneksel dönem yapılarında görülen üç tarafa bakma olanağı, tek yöne bakmaya yönelik tavrın reddini içerir. Her şeyin çeşitli istikametlere bakılarak anlaşılması gerektiği hususundaki tevhidi/hareketli kültür tavrının bir devamıdır."80 Bu da, insanların bakış açılarında ve yaşamı kavrayışlarında çok yönlülüğü teşvik etmektedir.

f. Dar ve kıvrımlı sokaklar içinde bulunan evler, birbirlerine yaklaşan saçak ve cumbaları ile mahremiyet anlayışını ve içe dönük bir yapıyı yansıtırlar.

g. Osmanlı kültürünün kendine özgü üslubunun ürünüdürler. Bu konuda Hamdi Kayalı'nın tasviri şöyledir: "Bizde klasik ahşap yapı Türkün kendi ruh yapısının timsaliydi, umumiyetle dışında sade bir güzellik, içinde bir irfan hazinesinin parıltıları vardı, sokak kapısından, bir sanat hazinesine girilirdi."81 İstanbul'da konut tipoloji ve mimarisinin gelişmesini bir ölçüde sarayın egemen zevkine bağlamak gerekir. Sultandan devlet büyüklerine, onlardan daha küçük devlet yöneticilerine giderek halka doğru yayılan bir üslup yayılması vardır.82

Bu özelliklerin temel dayanağı, Osmanlı kültüründe eve bakış açısı ve insan-konut ilişkisidir. Felsefi arka planda, insanın ölümlü oluşunun ön plana çıktığı, gelecek nesillere, değişiklik ve gelişmelere bağlı olarak çağdaş konutlar yapma şansını veren; dünya malını geçici bir araç sayan bir inanış ve anlayış yatmaktadır. Bu özelliği ile klasik dönem İstanbul evleri, gerçekçi ve devrimcidir.83

E. Siluet ve Anlamlar

Külliye merkezli kentsel kurgu ile çok merkezlilik içinde bütünün oluşturulması ve algılanması geçerlidir. Külliyeler kentin yüksek noktalarında kurulmuş olup cami merkez alınarak, çevresinde büyük mahalleler oluşturulmuştur. Bunun dışında tekke veya mescit merkezli büyüyen daha küçük mahalleler vardır. Külliyelerin kent siluetinde belirginleşmiş konumları, caminin kutsal mekan olması ve bu nedenden ötürü diğer yapılar arasındaki nispet farkının korunması anlayışından beslenmektedir. Selatin Camilerinin bu anlamda kutsal değerler kadar iktidarı da temsil ettiği düşünülebilir.

Nispetlerin oluşturulmasında temel alınan ölçüler, yalnızca kutsal mekanların yüceltilmesi değil aynı zamanda kentin tümüne aynı başarıyla yansıtılan insan ölçüsüdür. Böylece, temelde insan ve insanlık değerleri yüceltilmektedir. Mahalle ve yapılar isimlerini kurucularından almaktadırlar. Ancak bu, toplumsal anlamda bireyci bir yapıyı çağrıştırmamalıdır. Osmanlı toplumu, cemaatçi yapısı ile toplumsal dayanışmanın odağıdır. Fertler isimleriyle ön plana çıkabilmişse bu, onların topluma mal olduklarının bir göstergesidir. Bu anlayış, dinsel ve ahlaki parametreler tarafından belirlenmektedir. Şehrin fiziksel dokusunun düzenlenmesinde doğadan tamamlayıcı, bütünleştirici olarak yararlanılmıştır. Kamusal hizmetlerin yürütüldüğü alanlarda köklü ve kalıcı ağaçlar bulunurken, evlerin bahçelerinde meyve ağaçları ve çiçekler yer edinmiştir. Burada fonksiyonellik önemli bir unsur olmakla birlikte onun kadar önemli olan, insanların dünyayı güzelleştirme bilinç ve sorumluluğuna sahip olmaları ve bunun bir değer yargısı olarak var olmasıdır.

Dar, kıvrımlı, cumba ve kafeslerle süslenmiş sokaklar içe dönük/kapalı bir toplumsal hayatı yansıtmaktadır. İyi-güzel ve faydalı kavramlarının özdeşliğini içinde oluşturan mahallelerde fonksiyonelliğin öneminin vurgusu da okunmaktadır. ". çıkmaz sokakların ortaya çıkışı bir Doğu musibeti değil, alanın sokak sakinlerinin en fazla yarar sağlayabilecekleri şekilde özelleştirilmesi sürecidir".84 "Batılı modern kent şemasında sokağa ilişkin olumsuz imajın nedeni, bu tip yolun kamusaldan bireysele geçişi olanaksız kılmasındandır. Oysa İslam kenti bir uçtan öbürüne, bir mahalleden diğerine kişilerin diledikleri gibi geçebilecekleri bir alan değildir; kapı, çarşı, büyük cami gibi kamusal niteliği en belirgin yerlerden en özel mekan olan eve büyük sokak ve çıkmaz sokak aracılığıyla, yani gittikçe kamudan özele geçmeyi sağlayan bir ilerleme ile varılabilir. Bu peteksi sistem için Batı'nın çok hoşlandığı labirent nitelemesi doğru değildir. Çıkmaz sokak mahremiyetin ve korunmanın bütün avantajlarına sahiptir".85 Kosmopolit bir kentte varlığın bilincinin ve güvenlik gerekliliğinin daha yakından duyumsanması doğal bir süreçtir ve farklı din ve ırktan olanların yaşadıkları mekanı ve mekanın biçimlenmesini farklılaştırmaktadır.

"Bu mekansal yapıda iktidar yoktur; iktidar kent dışında bir kaleye sığınmış ve bir güvenlik kuşağı oluşturan meydanla kendini kentten soyutlamıştır. Meydan (ekonomik ve toplumsal etkinliklerin sürdüğü kamusal alanlar) Batılı anlamda bir buluşma yeri olmaktan çok, imparatorluk muhafız alayının manevra sahasıdır."86

İktidar ve gücü temsil eden mekanların ihtişam göstergesi kapı'dır. İktidar kapı ile özdeştir. Devletin meşruiyet mekanları Topkapı Sarayı ve Eyüp Sultan'dır. Padişahların Kılıç Kuşanma merasimleri Eyüp Sultan'da yapılmaktadır. Sosyal hayatın merkezi olan cami çevresinde bulunan türbe, hazire ve mezarlıklar, doğal yapı elemanları ile bütünleşmiş olarak yer almaktadırlar. Bu doğrultuda kentin fiziksel yapılanmasında, ölüm olgusu, yaşamla tezat oluşturan ve dışlanan bir gerçekliği değil, aksine hayatla iç içe geçmişliği ve bu tutarlı tavrın sonucu olan bir düzen atmosferini yansıtmaktadır.

Felsefi arka planı, İslam ahlakı ve tasavvuf anlayışı oluşturmaktadır. Bu anlayış uygulamada, doğal mekanla bütünleşmiş bir kentsel mekan oluşturulması, daimi ile geçici olanın sınırlarının çizilerek ayrıştırılması ile mimariye yansıtılmıştır.

III. Tanzimat Dönemi (1839-1923)

A. Tanzimat Döneminde Devlet ve Toplum

Klasik dönemde anlatılan Osmanlı Devleti devam etmekle birlikte, bu tarihlerde değişen ekonomik ve sosyal yapı, devlet ve toplum kavramlarına farklı anlamlar yüklemiştir. Osmanlı'nın 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması ile simgelenen dünya ekonomisine açılması ve 1839 Tanzimat Fermanı ile simgelenen yeni yönetim biçimi arayışları kent yapısında önemli dönüşümlere yol açmıştır. Geç klasik dönemde devletin gerileyişi, askeri başarısızlıklara bağlanmış; batıdan teknoloji ve birtakım askeri yenilikler transfer edilmişti. Tanzimat Fermanı ile Batılılaşmacı ıslahat süreci halkalarına kurumsal, hukuki, kentsel yönetim ve denetime yönelik yeni düzenlemeler eklenmiştir. Hazırlayıcı bir siyasi ve toplumsal olaylar süreci olarak gündeme gelen Tanzimat ve Islahat Fermanı hükümlerinin çoğunluğu, haklar konusunda gayrimüslimlere eşitlik sağlama yönündedir. Devlet kendini yeniden tanımlamaya çalışmıştır. Devletin temel fonksiyonu olan yönetmek ve adaletle hükmetmek, yerini çözüm arayışında olma ve bu doğrultuda kendini üretmeye bırakmıştır. Tanzimat Fermanı ve onu izleyen Islahat Fermanı devletin kendisini kendi rızası ile dönüştürme çabasının ürünüdürler ve bir medeniyet ve kültür dönüşümünün belgesi kabul edilebilecek niteliği taşırlar. Tanzimat aracılığı ile yürütülen Batılılaşma, devlet otoritesini sağlamlaştırmanın bir yolu olarak karşımıza çıkmaktadır. Merkezi devlet otoritesini güçlendirirken yönetimin kaynakları olan din ve örf arasındaki öncelik örfün esas alınmasıyla belirlenmektedir. Örfün baskın olduğu bir düzende bu gerçek kent dokusuna şu çelişki ile yansımaktadır. "Bireyin mülkiyet haklarını koruyan şeriat anlayışı ile daha önce bina yapılmamış bir alanda inşaatı ya da binalarda saçak ve çıkmaları yasaklayan nizamnameleri bağdaştırmak nasıl müm
 

Konu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst