Keşfet

Edebî Sanatların Terim Olarak Dîvanlardaki Kullanımı Üzerine / Dr. Menderes Coşkun

Linux

Yaşlı Kurt
Katılım
14 Şub 2021
Mesajlar
3,707
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Konum
istanbul
Edebî Sanatların Terim Olarak Dîvanlardaki Kullanımı Üzerine / Dr. Menderes Coşkun


Günümüzde divan şiiri ile ilgili tahlil çalışmalarında vazgeçilmez bir rol oynayan edebî sanatlar, acaba bu şiirin gerçek temsilcilerinin, yani divan şairlerinin, ne kadar gündemindeydi? Acaba bizim bugün onların şiirlerinde yaptıklarına inandığımız edebî sanatların adlarını ve tanımlarını, şairlerin kendileri ne kadar biliyorlardı? Bu bilgiler şiir yazımı için gerekli miydi? Bu soruların dolaylı cevaplarını ilk olarak bu şairlerin divanlarında, ikinci olarak belâgat ve edebî sanatlar konusunda Türkçe eser kaleme alan yazarların beyan ve imalarında aramak gerekir.1 Bu yazıda divan şairlerinin edebî sanatları terim olarak divanlarında kullanıp kullanmadıkları konusu ele alınacaktır.

Edebî sanatlar konusunda günümüzdeki yaygın görüş, divan şairlerimizin bu sanatları çok iyi bildikleri ve şiirlerini kaleme alırlarken bu teorik bilgilerini kullandıkları yönündedir. Aslında sadece bir kanaat veya varsayımdan ibaret olan bu görüş yazılı ve sözlü kaynaklara inilerek ispatlanmaya çalışılmamıştır. Divan şairlerimizin konuyla ilgili pek fazla eser yazmamaları, onların bu konuda ne düşündüklerini kesin bir şekilde belirlememize engel olmaktadır. Konuyla ilgili elimize ulaşan eserler, daha çok âlim kimlikleri ön plâna çıkmış kişiler tarafından kaleme alınmıştır. Bunlar arasında, Ahmet el-Bardahî'nin 1502'de kaleme aldığı Kitâbü Câmi'i'l-Envâ'i'l-Edebi'l-Fârisî'si,2 Sürûrî'nin Bahrü'l-Ma'ârif'i,3 Şeyh İsmail Hakkı Ankaravî (öl. 1631) 'nin Miftâhu'l-Belâga ve Mısbâhu'l-Fesâha'sı4 ve Müstakîmzâde (öl. 1788) 'nin Istılahâtü'ş-Şi'riyye'si gibi eserler vardır.5 Bu eserlerden ilk üçü, Farsça ve Arapça birtakım belâgat kitaplarına bağımlı kalınarak hazırlanmıştır. Bu eserlerde tanımlar Türkçe, örnekler ise çoğunlukla Arapça ve Farsçadır. Arap ve Fars belâgatının daha iyi anlaşılması gayesi ile meydana getirilen bu eserleri, Türk belagat kitapları olarak kabul etmek mümkün değildir. Müstakîmzâde'nin eseri ise, her ne kadar tercüme olmasa da, edebî terimler ve sanatlar konusunda oldukça basit ve yetersiz bilgiler içermektedir.6

Türk belâgatıyla ilgili Tanzimat öncesi yazılmış özgün eserler yetersiz olunca, edebî sanatların klâsik Türk şairlerinin nazarındaki yerinin belirlenmesinde, başvurulacak en önemli kaynak olarak, divanlar ön plâna çıkmaktadır. Nitekim, Edebiyat Lügati'nin yazarı Tahir-ül Mevlevî, 1934 yılında, edebî sanatlar ve terimler konusunun ilmî bir şekilde ortaya konabilmesi için "hiç değilse Fuzûlî, Bâkî, Nef'î, Nâbî, Nedîm, ve Şeyh Gâlib gibi en meşhur şairlerin divanları, bunlardan başka Siyer-i Veysî, Hamse-i Nergisî ve Şefîknâme" gibi önemli mensur eserlerin taranması gerektiğini iddia etmiştir.7 Edebiyat Lügati adlı eserinde iğrâk, münşeat, mısra-ı berceste, me'ânî, belâgat gibi terimleri anlatırken bu terimlerle ilgili divan şiirinde geçen beyitleri iktibas eden Mevlevî, yukarıda ileri sürdüğü düşünceyi, bu eserinde uygulamaya çalışmış olmalıdır. Fakat muhtemelen malzeme azlığından dolayı Mevlevî, düşüncesini söz konusu eserinde gerçekleştirememiştir.

Lügatine aldığı kelimelerle ilgili örnek bir mısra, beyit veya cümle söyleme gayreti içinde olan Muallim Nâcî'nin, lügatinde belli başlı edebî sanatlarla ilgili bir beyit veya mısra söylememesi de, divan şiirinde edebî sanatların terim olarak pek kullanılmadığına işaret etmektedir.

Şeyhî,8 Ahmed Paşa,9 Hayâlî,10 Fuzûlî,11 Muhibbî,12 Nev'î,13 Mustafa Âlî,14 Nef'î,15 Nâbî,16 Şeyh Gâlib,17 Sünbülzâde Vehbî18 ve Nedîm19 gibi şairlerimiz, şiir ve şairle ilgili düşüncelerini doğrudan veya dolaylı olarak şiirlerine ve divan dîbâcelerine20 yansıtmışlardır. Fakat şairlerin şiir ve şairle ilgili yaptıkları teorik tanımlarda veya kullandıkları sıfatlarda, edebî sanatlar, bir kıstas olarak pek yer almamaktadır. Aksine, şairliğin bir Allah vergisi olduğunu,21 herkesin şair olamayacağını, bunun için "tab'-ı mevzûn", "istidâd", "aşk", "dert", "ilm"in yanı sıra ilhâm (sünûhât) veya "gayb âlemi ile münâsebet"22 gerektiğini, onun "kesb ü tahsîl"le elde edilemeyeceğini ifade ederler.23 Şairlerin kendi şiirleri ile ilgili yaptıkları değerlendirmelerde24 veya birbirleri hakkında söyledikleri sözlerde de edebî sanatlar, söz konusu edilmemektedir.25 Meselâ, ideal şairin tanımı yapılırken, onun için, îhâm-pesend, tevriye-gû, leff-ü-neşr-perdâz gibi sıfatlar kullanılmamaktadır.

16. yüzyıl tezkirelerini ayrıntılı bir şekilde inceleyen Harun Tolasa, tezkirelerde "sanâyi-i şi'riyye, sanâyi-i eş'âr, sanâyi-i bediiyye" gibi ifadelerin geçtiğini, fakat yazarların bunlarla neyi kastettiklerinin genellikle belli olmadığını söyler. Tolasa'nın daha sonraki cümlelerinden, daha çok Âşık Çelebi ve Latîfî tezkirelerinde tecnîs, tevriye, îhâm, istihdâm gibi edebî sanatların adlarının nadiren geçtiğini anlamaktayız.26 17. yüzyıl tezkirecileri, eserlerinde yaptıkları şair ve eser değerlendirmelerinde ise kriter olarak edebî sanatları hemen hemen hiç kullanmamışlardır. Çünkü Filiz Kılıç'ın konu üzerindeki ayrıntılı çalışmasında edebî sanatlardan herhalde yalnız "tecnîs"in adı geçmektedir.27

Şairler, poetikalarını ifade ettikleri beyitlerde, güzel şiirin veya iyi şairin nasıl olması gerektiğini söylemişlerdir. Şiir için âbdâr, arûs, beyt-i ma'mûr-ı me'ânî, belâgat, fesâhat, cevâhir, cihân-gîr, bikr-i fikr, darb-ı mesel, dil-âvîz, dil-efrûz, dür, dürer-bâr, dürr-i şehvâr, ebkâr-ı efkâr, efsûnlu, füsûn, garrâ, güft-ü-gû, güher, hayâl-engîz, hayâl-i hâs, hemvâr, hikmet-âmiz, ibret-engîz, hoş, hoş-âyende, hoş-tab'âne, hoş-lehçe, hüner, hüsn-i beyân, yalan, hâl-bahş, hâlet-engîz, hayâl, hüsn-i edâ, ıkd-i dür-i nazm, ihtira-ı hâme-i mu'ciz-beyân, i'câz, ilhâm, ince hayâl, lâf, latîf, köhne, kumaş, levendâne, ma'mûr, ma'nî-i nâ-güfte, mesel-âmiz, metânet, metîn, mu'cize, muhkem, ter, nâzik, nezâket, nev-edâ, nükte, pâkîze-edâ, pür-ma'ânî, pür-kâr, reh-i nâ-refte, rengîn, rindâne, rengîn, sarîr-i hâme, selâset, sihr, sihr-âver, sihr-i beyân, sihr-i helâl, sûz-nâk, şeker, şîrîn, zerâfet, zarîfâne, vird-i zebân, nazm-ı pâk, vâridât-ı gayb, hâs, tâze, îcâd, cân-bahş, tâze-zemîn, selîs, i'câz, vâzıh, yâkût-ı rümmânî, nâzik, perîşân, gülistân, pür-sûz, rûh-bahş, rûşen, ince hayâl, pür-vehm, pür-sûz, hâyîde, nâ-höş-edâ, nâ-muntazam, rakîk, şûr-engîz, herze, yâve gibi kelimeler kullanılmıştır. Bu sözcükler genellikle nazm, şi'r, eş'âr, gazel, beyt, edâ, reh, tavr, tarz, üslûb gibi kelimelerle terkip oluşturmuşlardır.

Şair için ise pâkize-suhan, dür-efşân, îsâ-nefes, sencîde-edâ, me'ânî-perver, bâğ-bân, bezle-gû, bülbül, fevvâre-i ma'nî, Nizâmî-tab', nükte-şinâs, nükte-gû, nükte-dân, nükte-perdâz, nükte-senc, gavvâs (-ı efkâr), sâhir, mucize-perdâz-ı hayâl, mu'cize-gû, mu'cize-güster, mu'ciz-tırâz, murg-ı hoş-nevâ, nev-edâ, sarrâf, tâze-gû, ressâm, nâdire-gûy, mâhir, meşşâta, bülbül, tûtî, tab' (tab'-ı gazel-perdâz ve tevsen-i tab' gibi), sâhir-pîşe, şeker-rîz, ta'bîri hoş, nikâtı muhayyel, beyânı şuh, hüner-ver, gencîne-perdâz, hüner-mend, peyrev, sühan-ârâ, sühan-gû, şûh, sühan-senc, sâhib-belâgat / fesâhat, hallâk-ı me'âni, nâ-hoş-edâ, safsata-gûy, düzd-i ma'nî, yâve-gû, zâğ gibi tabirler kullanmışlardır.28 Bunların yanı sıra divanlarında mazmûn, mersiye, gazel, mısra'-ı berceste,29 redîf,30 kâfiye,31 makta, matla',32 nesr, sec',33 inşâ, şâh-beyt,34 beytü'l-kasîd,35 metâli', muammâ, lügaz,36 müfred, kasîde, gazel, rübâ'î, müstezâd, şarkı,37 tahmîs (ve diğer musammatların adları), tazmîn, belâgat, tertîb-i dîvân38 gibi kelimelerin çoğu, edebî terim olarak, sıkça kullanılmıştır.

Bizim taramalarımızın yanı sıra, divanlarla ilgili ayrıntılı tahlil çalışmaları gösteriyor ki divan şairleri, şiir ve şair değerlendirmelerinde, edebî sanatları isim isim pek kullanmamışlardır. Yalnız, şairlerin bu sanatların adlarını kullanmamaları onların bu sanatları hiç bilmedikleri ve daha önemlisi şiir içinde yaptıkları bazı söz inceliklerinin tesadüfî olduğu anlamına gelmez. Her ne kadar adlarını eserlerinde pek telâffuz etmeseler de, şairler şiirlerindeki manaya ve lafza ait güzelliklerin veya sanatların farkındaydılar ve bunların en azından bazılarını39 zihnî bir çaba sarf ederek, muhayyilelerini ve gramer bilgilerini kullanarak ortaya koyuyorlardı. İçinde mana ve söz inceliği bulundurmayan şiirleri sâde diyerek eleştiriyorlardı. Meselâ, Nev'î sade şiirlerinin, döneminde "ehl-i sanâyi" olarak tanımladığı okuyucular tarafından beğenilmediğini şöyle ifade eder:

Bu sâde nazmı ehl-i sanâyi' beğenmezse
Nev'î ne gam bizüm sözümüz âşıkânedür40

Halbuki Nev'î'nin, şiirinin sade olduğunu söylediği bu makta beyitte, günümüzdeki yaklaşıma göre, tezat ve nida sanatı, hatta biraz zorlanırsa "ne gam"da istifham sanatları bulunabilir. Fakat bu sanatları, şair zihnî bir çaba ile bulmamıştır ve sanat olarak da muhtemelen değerlendirmemiştir. Bu, şairlerin sanat olarak gördükleri mana ve lafız inceliklerinin günümüzdeki anlayışa göre biraz daha sınırlı olduğuna işaret etmektedir.

Divan şairleri, şiirlerindeki söz ve lâfız inceliklerini daha çok "nükte", "hüner", sihr, efsûn, i'câz, "hüsn-i edâ", "hayâl", "tahayyül", "mesel" gibi yukarıda sıraladığımız kelimelerle oluşturulmuş tabirler vasıtasıyla ifade etmişler ve bu konuda bir çeşit terminoloji oluşturmuşlardır. Divan şairlerinin ve tezkirecilerinin kullandıkları bu terminoloji, Tanzimat'tan sonra yavaş yavaş terk edilmiştir.41

Şairlerin şiir için kullandıkları kelimeler, söz sanatlarıyla bir bakıma sebep-sonuç ilişkisi kurmaktadır. Şairin gayesi hüner göstermek, karşıdakini büyülemek (sihr ü füsûn), mucize gibi ulaşılamaz seviyede şiir yazarak okuyucuyu aciz bırakmaktır (i'câz). Bunu yaparken edebî sanatları veya söz güzellik ve inceliklerini araç olarak kullanır; fakat kendini sonuç ilgilendirdiği için araç olan edebî sanatları şiirlerinde ifade etmez, diye düşünülebilir. Diğer bir ifadeyle, şair şiirde sihr ve i'câz dediği seviyeyi yakalamaya çalışırken 19. yüzyıldan itibaren tasnif ve tanımları ortaya konulmaya çalışılan edebî sanatları bir araç olarak kullanmıştır. Fehîm-i Kadîm bir gazelinde geçen "fenn-i i'câz" tabiriyle herhalde edebî sanatları veya belâgat ilmini kastetmektedir. Fehîm, bunları kitaplardan değil de sevgilinin büyüleyici bakışından öğreneceğini nükteli bir şekilde ifade eder:

Fenn-i i'câzı serâpa bileyim dirse
Fehîm Gamze-i sâhir-i cânân ana üstâd yeter42

Şairlerin şiir ve şair değerlendirmelerinde kullandıkları bazı kelimelerle edebî sanatların adları arasında ilgi kurulabilir. Meselâ, divanlarda geçen pür-mesel,43 mesel-gû, mesel-âmîz ve darb-ı mesel44 gibi tabirler, irsâl-ı mesel yerine kullanılmış olabilir.45 Divan şiirinde çok rastladığımız güzel sanatlardan olan hüsn-i ta'lîl, hayale bağlı bir sanattır. "Hüsn-i ta'lîl" tabirine divanlarda pek rastlanılmamaktadır. Fakat, şairler, şiirle ilgili doğrudan veya dolaylı olarak yaptıkları değerlendirmelerde, "hayal"in şair ve şiir için taşıdığı önemi sıkça ifade veya ima etmişlerdir. Meselâ, aşağıdaki beyitlerden ilkinde Şeyh Gâlib, hayal etmenin şair için taşıdığı fevkalâde önemi dile getirir. İkinci beyitte Tacizâde Ca'fer Çelebi, Hevesnâme'de Şeyhî ve Ahmed Paşa'yı eleştirirken onların özgün hayaller bulamadıklarını söyler. Bu beyitlerdeki şiir ve şair değerlendirmesinde kıstas olarak "hayal"in alındığı vurgulanmalıdır:

Bu söze Kur'ân gibi îmân eder ehl-i sühan
Şâirin Gâlib tahayyül rütbe-i i'câzıdır46
Hayâl-i hâssa çün kadir degüller
Hakîkatde bular şâir degüller47

Aşağıdaki beyitte Bâkî, "rengîn" ve "şîrîn" sıfatlarıyla vasıflandırdığı şiirindeki herhangi bir söz inceliği veya sanatı için "nükte" ifadesini kullanır:

Sözüm vasf-ı leb-i la'lünle hem rengîn ü hem şîrîn

'Adular nükteyi fehm eylemezler sâdedür dirler 48

Şiir değerlendirmelerinde kıstas olarak şairler tarafından sıkça kullanılan ve muhtemelen edebî sanatları da içine alan kelimelerin en önemlilerinden bir tanesi de hünerdir. Mehmed Çavuşoğlu "Divan Şiiri" başlıklı makalesinde edebî sanatlar için hüner kelimesini ısrarlı bir şekilde, konuya vâkıf bir araştırmacı sıfatıyla kullanmaktadır: "Divan şairi iki hüneri yeni mazmûn bulmakta, manâ yaratmakta çok kullanmıştır: Hüsn-i ta'lil ve teşbih", "edebî sanatlar denilen bir sürü hüneri bilmek gerekiyordu"... "Teşbihin en ileri derecesi istiâre denilen hünerdir".49 Ali Nihat Tarlan da "Divan Edebiyatında Sanat Telâkkisi" başlıklı yazısında divan şairlerinin "Türk dilin kıvraklığından, cinas ve tevriye kabiliyetinden de istifade ederek İran edebiyatından çok ayrılmışlar, hattâ ondan çok fazla hüner göstermişlerdir." demektedir.50

Aşağıdaki birinci beyitte Nef'î, hüner olarak adlandırdığı söz ve lâfız inceliklerinin (edebî sanatlar) kolayca anlaşılmadığını söylemektedir. İkinci beyitte ise ta'lik hattıyla mürettep bir divan hazırlamanın şair değerlendirmesinde geçerli bir ölçüt olmadığını söyler.

Kadrim anlar katı az olsa n'ola ey Nef'î
Çok hünerdür gazeli böylece pâkîze demek51
Şâ'irim derse eger şâire isbât-ı hüner
Hat-ı ta'lîk ile divânı mürettep degil a Nef'î

Birçoğu itibariyle medrese tahsili görmüş olan divan şairlerinin52 edebî sanatların adlarını ve tanımlarını bilmediklerini düşünmek elbette yanlış olur. Çünkü belâgat bir ilim dalı olarak medreselerde okutulmaktaydı. Ayrıca bazı sanatların adları konuşma diline bile geçmişti. Dolayısıyla seyrek de olsa birtakım edebî sanatların adlarına bazı divanlarda rastlamaktayız. Bosnalı Alâ'eddîn Sâbit, bir beytinde leff ü neşr-i müşevveşi, maaş işleri bir türlü düzene girmeyen perişan bir kişinin durumuna benzetirken söz konusu eder:

O leff ü neşr-i müşevveş gibi perîşânun
Medâr-ı emr-i ma'âşı olınmazdı tanzîm53

Bu beyitte "olınmazdı tanzîm" ibaresinden, düzensiz leff-ü-neşrin istenmediği ve şairlerce mürettep hale getirilmek istendiği iması çıkartılabilir. Yalnız, bu imayı destekleyecek bir bilgi şu an için elimizde bulunmamaktadır. Bu beyitte kullanılan leff-ü-neşr teriminin şiir veya şair değerlendirmesinde bir kıstas olarak kullanılmadığı vurgulanmalıdır. Fakat Sâbit'in söz konusu sanatın tanımını bildiği de oldukça açıktır.

Teşbîh, mecâz, kinâye gibi konuşma dilimizde de kullanılan terimlere divan şiirinde nispeten daha sıkça rastlarız. Bu kelimelerin terim olarak anlamı divan şairleri tarafından iyi bilindiği gibi Türkçeyi iyi bilen halk tarafından da bilinebilir. Bu terimlerden divan şiirinde en çok kullanılanı herhalde mecâzdır. Bir edebiyat terimi olarak mecâz "kendi öz manasıyla kullanılmayıp, benzerlikle, benzetme yolu ile başka bir manada kullanılan söz"dür.54 Belâgat kitaplarında mecâz; mecâz-ı mürsel, istiâre, kinâye gibi sanatların genel adıdır. Genel olarak kelimelerin veya sözlerin hakikî anlamlarının dışında kullanılmasına mecâz denmiştir.55 Bu anlamda mecaz kelimesi divan şiirinde sıkça kullanılmıştır. Meselâ, aşağıdaki beyitte Zâtî, kendisinin dört sevgiliyi yani dört halifeyi sevdiği için, müminler onun mecazî şiirlerini, ilâhî gibi okuduklarını söyler:

Çâr yârı sevdügünçün cümle mü'minler okur
Her mecâzî şi'rüni Zâtî ilâhiler gibi56

Konuşma dilimize de geçmiş olan "teşbîh"in kelime anlamı ile terim anlamı arasında oldukça yakın bir ilişki veya benzerlik vardır. Dolayısıyla, kelimenin söz içinde gerçek anlamının mı yoksa terim anlamının mı kastedildiği bazen pek anlaşılamaz. Meselâ, aşağıdaki beyitlerin ilkinde Nazmî, sevgilinin, göze gözükmemesi bakımından, cana benzediğini ifade ederken teşbîh kelimesini kullanır. İkinci beyitte Nev'î, gönül ehlinin başkaları tarafından söylenmiş bir mana veya düşünceyi ağızlarına almayacağını, dolayısıyla dudağını helvaya benzetmesine gerek olmadığını söyler. Üçüncü beyitte Mesîhî, sevgilinin boyunun "serv"e benzetilmesinin, uygun bir teşbih olmadığını istifhâm sanatı ile vurgular:

Allâh Allâh cân gibi gözden nihânsın dâyimâ Cân dimek hakkâ teşbîhdür cânâ sana (Nazmî)57 Almazlar dehâna ma'nî-i hâyîde ehl-i dil Teşbîh kılma la'lini helvâya Nev'iyâ58 Serve kim teşbîh ider cânâ bu kadd-i dilberi Serv hod bir baldırı çıplak uşakdur Hodiri59

Ferîdî bir beytinde "Dostum, Ferîdî'nin düşündüğü, sana kavuşma meselesidir (ve bu kadar), açıklamanın olduğu yerde de kinayeye gerek yoktur; yani düşünce bu kadar açıkça ifade edildiği zaman artık kinâyeye (kinayeli söyleyişe) de ihtiyaç kalmaz." derken kinâyenin anlamda kapalılık olduğunu ima etmektedir:

Vaslun durur habîbüm fikr itdügi Ferîdî
Tasrîh olan mahalde lâzım degül kinâye60

Beyitte kinâye, tasrîh'in (açıklamanın) karşıtı olarak gösterilmektedir. Kinâyenin günümüzdeki yaygın tanımı, gerçek veya kök anlamı da söz içinde düşünülebilecek bir ifadenin (çoğu kere deyimin) yalnız mecaz anlamının kastedilmesi ile oluşan sanattır, şeklindedir. Bu tanıma göre, konuşma dilinde kullanılan ve herkesin duyar duymaz anladığı birçok deyim, şiirde kullanıldığı zaman kinâye sanatı ortaya çıkmaktadır. Kinâyeyi ta'rize yakın bir sanat olarak gösteren ve bu tanımı doğru bulmayan Recâ'izâde Mahmûd Ekrem kinâye için "...hilâfı kasd olunan ifâdâta ıtlâk olunur" demektedir.61 Buna karşılık, Ali Nihat Tarlan, Ekrem'in kinâye ile ta'rîzi birbirine karıştırdığını, kinâyenin "gaye ve mahiyeti" bakımından farklı bir sanat olduğunu söyler.62 Ekrem'in kinâye tanımının kaynağının, Lefranc'ın Traite de Litterature adlı eseri olduğu iddia edilmektedir.63 Ekrem'in yaptığı tanımın doğruluğunu ispat için Sâmî'nin Edirne şehri hakkında söylediği şu beyti aktarması konumuz açısından önemlidir:

Kinâyedir garaz ıtlâk-ı dâr-ı meymeneden
Bu şehre var mı mu'âdil aceb nuhûsetde64

Kinâye kelimesinin benzer bir kullanımı, Yenipazarlı Vâlî'nin Hüsn ü Dil adlı mesnevisinde de geçmektedir.65 Nâbî aşağıdaki beyitte, kinâyenin beyit kaşının süsü / sürmesi olduğunu ve istiârenin de sözü güzelleştirdiğini ifade eder:

Kinâye vesme-i ebrû-yı beytdür Nâbî
Kelâm-ı sâdede hüsn olmaz isti'âre gibi66

Bu beyitte Nâbî, kinâyeyi "vesme"ye benzetir. Vesme eskiden kadınların kaşlarını boyamak için kullandıkları rastık veya çivit yaprağına verilen addır.67 Vesme için sürme de denmiştir. Ebrû (kaş) divan şiirinde kâğıt üzerine yazılmış beyit ve mısraa benzetilmiştir.68 Vesme kaşı, kinâye de beyti güzelleştirir. Hem vesmede hem de kinâyede, gerçeği değiştirerek (yarı kapatarak) güzelleştirme söz konusudur.

İstiârenin divan şairlerince ve belli bir kültüre sahip kişilerce bilindiği bir gerçektir. Bundan dolayıdır ki istiâre bir sanat adı olarak divan şiirinde teşbîh, mecâz ve kinâye gibi beyân sanatlarıyla birlikte nispeten sıkça geçmektedir. Yukarıdaki beyitte Nâbî, sade sözde istiâre (kullanmak) gibi bir güzellik olmaz veya istiâreli sözde olan güzellik sade sözde olmaz, derken istiârenin şiirdeki önemini vurgulamıştır. Nâbî Hayriyye'sinde istiâreler, tevriye, teşbih, cinas ve iham içermeyen şiiri yazmaktansa hiç yazmamanın daha iyi olduğunu söyler.69 Fehîm-i Kadîm, bir beytinde teşbîh ve istiâreyi edebî terimler olarak kullanır. Teşbih ve istiâreyi şiirde iyi kullandığını ve böylece büyüleyici güzellikte yazdığı bu şiirle birçok şairi susturduğunu iddia eden Fehîm'in bu sanatların adlarını kendi şiirini değerlendirirken bir kıstas olarak söylemesi konumuz için dikkate değerdir:

Teşbîh ü isti'ârene tahsîn senün Fehîm
Çok şâ'irün bu şi'r-i pür-efsûn sükûtıdur70

İstiâreyi, şiirinde söz konusu eden diğer bir şair Mezâkî'dir. Aşağıdaki beyitte Mezâkî, hayal dünyası geniş ve nükteci bir şairin gazelinin sâde değil istiârelerle dolu olması gerektiğini ifade eder.

Mezâkiyâ gazel-i nükte-perverân-ı hayâl
Pür-isti'âre olur böyle nazm-ı sâde degül71

Hem Nâbî hem Mezâkî istiâreli sözü, sâde sözün karşıtı olarak kullanmaktadırlar. "Sâde" kelimesi divan şiirinde beğenilmeyen, basit görülen şiirler için kullanılmış olumsuz bir değerlendirme sıfatıdır. Sâde kelimesi Türkçe olmayan kelime ve tamlamaların kullanılması anlamında değildir. Nitekim Şeyh Gâlib ve Refî'-i Âmidî gibi şairler Arapça ve Farsça kelimelerle yüklü olan Nâbî'nin Hayrâbâd'ını eleştirirken "sâde" kelimesini kullanmışlardır.72 Şeyhülislâm Es'âd Efendi aşağıdaki beyitte istiârenin yanı sıra mecazı söz konusu eder:

Kim eyler idi tasaddî mecâzı tahyîle
Hakîkat olsa teşâbih ü isti'ârât ile73

İstiâre başka bir beyitte Şevket'in şiirleri dolaylı olarak değerlendirilirken bir kıstas unsuru olarak kullanılır:

İstişkâk-ı isti'ârât ile74 şi'r-i Şevket'in
Şimdi düzdân-ı ma'ânî şân u şevket bağladı75

Günümüzde birinci mısraın sonundaki bir kelime veya kelime grubunun hem içinde bulunduğu mısraa hem de bir sonraki mısraa anlam bakımından uygun düşmesiyle oluşan edebî sanat olarak tanımladığımız sihr-i helâl (helâl büyü),76 aşağıdaki beyitlerde Nev'î ve Yahyâ Bey tarafından herhalde büyüleyici güzellikte şiir anlamında77 kullanılmaktadır:

Sühan-ı aşk harâm oldu mey-i nâb gibi
Şimdi her bengî hayâline denir sihr-i helâl78
Bana olaydı Hayâlî'ye olan hörmetler
Hak bilür sihr-i helâl eyler idim şi'r-i teri79

Nef'î, bir beytinde tevriye ve îhâm terimlerini kullanmaktadır. Nef'î, kendisinin eşsiz bir şair olmasına sebep olarak şiirlerinde îhâm ve tevriyenin bulunmasını gösterir. Şiirlerinde bu sanatları şuurlu olarak kullanmamasına rağmen sözlerinde rakiplerini veya dostlarını ilgilendiren bir mananın bulunduğunu ifade eder:

Şâ'ir-i nâdire-gûyum ne desem hisse çıkar
Düşmen ü dosta bî-tevriye vü bî-ihâm80

Nef'î'nin beyitteki kullanımından, îhâm ve tevriyenin bir sözün iki anlama gelebilecek şekilde kullanılması anlamına geldiği düşüncesi çıkartılabilir. Fakat Nef'î'ye göre bu iki terim arasında ne gibi bir fark bulunduğu konusunda beyit içinde net bir bilgi veya ima göze çarpmamaktadır.81 Günümüzde, farklı sanatlar olarak bilinen îhâm ve tevriyeyi Nef'î muhtemelen; Ahmet Cevdet, Muallim Nâcî, Şemseddin Sâmî, Fevziye Abdullah Tansel gibi eş anlamlı terimler olarak kabul etmektedir. Zaten Osmanlı medreselerinde uzun müddet okutulan Kazvînî'nin Telhîs'i gibi eski belâgat kitaplarında tevriye ve îhâm aynı sanat olarak gösterilmiştir.82 Bu beyitten çıkarılabilecek başka bir düşünce de, şairlerin şiirlerini yazarlarken, tevriye ve ihâm sanatını bazen hiç düşünmeden yaptıklarıdır. Nitekim Nef'î bu beyitte, öyle söz söylüyorum ki tevriye ve îhâmı sanatını bilinçli olarak kullanmamama rağmen sözüm bu sanatları içerebiliyor, diyerek övünmektedir.

Şeyh Gâlib bir gazelinin son beytinde tevriye ve tecnîsi edebî terim olarak anar. Her iki sanat, 16. ve 17. yüzyıl ve tezkirelerinde seyrek de olsa geçmektedir.83 "Ey Esâd, herkesçe kabul gören tevriye ve tecnîsî bilmeden, sözlerini eşsiz güzellikte söylemek istersen, (bak) işte bu!" şeklinde günümüz Türkçe'sine aktarabileceğimiz bu beyitte Gâlib, "tevriye" ve "tecnîs"i, şiirin değerlendirilmesinde bir ölçüt olarak kullanmaktadır:

Bî-nazîr etmek ise sözlerin Es'âd işte
Bilmeden matlab olan tevriye vü tecnîsi84

Şeyh Gâlib ve Sünbülzâde Vehbî'nin mesnevilerinde de birkaç edebî sanatın adının geçtiğini de buraya kaydetmeliyiz. Gâlib'in Hüsn ü Aşk'ta Hayrâbâd'ı eleştirirken, edebî tenkit terimi olarak kullandığı bir edebî sanat vardır: "İğrâk":

Hem bir dahi var ki ol sühansâz
İgrâkda mürg-ı pest-pervâz85

Sünbülzâde Vehbî, Tuhfe-i Vehbî adlı mesnevisinin giriş kısmında, bu eserinde mürâat-ı nazîr, ezdâd, tecnîs, îhâm ve telmîh sanatlarını kullandığını söylemektedir:

Eyleyüp gâhî mürâ'ât-ı nazîr
Gâhî ezdâdla kıldım ta'bîr
Hem yazıldı niçe tecnîs-i selîs
Niçe îhâmla telmîh-i nefîs86

Divan şiirinde edebî sanatları karşılayan kelimeler her zaman terim anlamlarıyla kullanılmazlar. Söz içinde bu terimlerin bazen gerçek veya kök anlamları kastedilir. Kemalpaşa-zâde'nin aşağıdaki beytinde böyle bir kullanım vardır. Beyitte îhâm, ikinci mısradan da anlaşılacağı üzere iş'âr ile yakın anlamlı olarak, düşündürme, akla getirme manasında kullanılmıştır87:

Sûzlar îhâm ider her söz ki ağzundan çıkar
Şûrlar iş'âr ider ey dil bu eş'ârun senün88

Sonuç

Gerek kendi divan taramalarımız, gerekse şimdiye kadar değişik araştırmacılar tarafından yapılan divan tahlil çalışmaları, divanlardaki şiir ve şair değerlendirmelerinde edebî sanatların adlarının bir kıstas olarak fazla kullanılmadığına işaret etmektedir. Osmanlı Türkçesinin bütün inceliklerini, yetenekleri nispetinde kullanarak şiirlerini yazan divan şairleri şiir ve şairle ilgili değerlendirmelerinde, günümüzde kullandığımız veya klâsik Arap belâgat kitaplarında var olan edebî sanat terimlerinin yerine daha çok hüner, nükte, sihr, i'câz, hüsn, hayal gibi kelimelerle oluşturulmuş tabirleri tercih etmişlerdir. Aynı tercihi tezkirelerde de görmek mümkündür. Fakat bu, Türk divan şairlerinin edebî sanatları bilmedikleri anlamına kesinlikle gelmez. Osmanlı medreselerinde Arapça ve Farsça belâgat kitaplarının okutulduğu, dolayısıyla belâgat terimlerinin en azından medrese öğrenimi görmüş şairlerce -ki oran bakımından bir hayli yüksektir- bilindiği açıktır.

Nitekim, Nef'î, Nâbî, Fehîm, Şeyhülislâm Es'âd Efendi ve Şeyh Gâlib gibi bazı şairlerin şiirlerinde oldukça seyrek de olsa istiâre, kinâye, teşbîh, tevriye, îhâm, tecnîs gibi kelimelerin, edebî sanat terimi olarak kullanıldıklarını görüyoruz. Yalnız, mecâz, istiâre, teşbih, kinâye gibi terimlerin belli bir kültür seviyesine sahip halk tarafından da bilindiği ve konuşma dilinde bile kullanıldığı hatırlatılmalıdır.


1 Bu konu, başka bir yazımızda ele alınacaktır.
2 Yekta Saraç (2000), Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, R Yayınları, s. 17; Kâzım Yetiş (1996) , Talîm-i Edebiyat'ın Retorik ve Edebiyat Nazariyâtı Sahasında Getirdiği Yenilikler, AKM,
Ankara, 2; Daha geniş bilgi için bkz. Kemal Eraslan (1980), "Eski Bir Belâgat Kitabı", Birinci Millî
Türkoloji Kongresi (İstanbul, 6-9 Şubat 1978) Tebliğler, İstanbul, s. 3-8.
3 Sürûrî, haz. Yakup Şafak (1991), Sürûrî'nin Bahrü'l-Maârif'i ve Enîsü'l-Uşşâk ile Mukayesesi, basılmamış doktora tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Yakup Şafak
(1997) , "Sürûrî'nin Bahrü'l-Ma'ârif'i ve Bu Eserdeki Teşbih ve Mecaz Unsurları", Selçuk Üniversitesi,
Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 4 (Konya), ss. 217-235.
4 Eserin içerik bakımından bir değerlendirmesi için bkz. Yetiş, 1996: 15-18.
5 Harun Tolasa (1986), "18. yy.'da Yazılmış Bir Divan Edebiyatı Terimleri Sözlüğü -Müstakimzâde'nin Istılâhâtü'ş-Şi'riyye'si-II, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XXIV-XXV, s. 364.
6 Divan şairlerinin edebî sanatlar konusundaki teorik bilgilerinin durumunu veya Türk belâgatının tarihî seyrini ayrı bir yazımızda ele alacağız. Yalnız burada kısaca Ali Nihat Tarlan'ın şu sözlerini aktarmak istiyoruz: "İslâmiyet'i müteakip ilim dediğimiz mefhum, ancak dinî bilgileri inhisar ediyordu. Medreselerde bunlar okutuluyordu. Kur'ân-ı Kerîm belâgat mucizesine istinâd ettiği için bu bilgilerin arasına edebiyat da girmişti. Ancak edebiyat yalnız Arapçaya hasrediliyordu. Ve şöyle deniyordu: Mevzu-ı edeb, kelâm-ı Arabdır." (Tarlan, 1990: 71).
7 Tahir-ül Mevlevi (1973), Edebiyat Lügati, haz. Kemal Edip Kürkçüoğlu, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1973, s. 13: "Divanlardan tarama yapalım, bulduğumuz tabirleri, bulundukları beyitler ile birer kâğıda yazalım. Sonra onları tasnif ve izah edelim." Mevlevi'nin ileri sürdüğü bu düşünceyi, Ahmet Talat Onay, kısmen de olsa Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar adlı eseriyle gerçekleştirmeye çalışmıştır. Divanları iyice tarayarak divan şiirinde kullanılan birçok kavramı ele alan ve şiirlerde geçtiği şekilde onları açıklayan Onay eserinde edebi sanatlara yer ayırmamıştır (Ahmet Talât Onay, haz. Cemal Kurnaz (1992), Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, Türk Diyanet Vakfı, Ankara).
8 Faruk Kadri Timurtaş (1997), "Şeyhî'nin Husrev ü Şirin'i", Makaleler: Dil ve Edebiyat İncelemeleri, TDK, Ankara, s. 441 (441-451).
9 Harun Tolasa (1973), Ahmet Paşa'nın Şiir Dünyası, Sevinç Matbaası, Ankara.
10 Cemal Kurnaz (1987), Hayâli Bey Divanının Tahlili, MEB, Ankara.
11 Muhammet Nur Doğan (1996), "Fuzûlî'nin Poetikası", Fuzûlî Kitabı: 500. Yılında Fuzûlî Sempozyumu Bildirileri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yay., İstanbul, ss. 81-107; Fuzûlî, haz. Kenan Akyüz, Süheyl Beken, Sedit Yüksel, Müjgan Cunbur (1990), Fuzûlî Divanı, Akçağ, Ankara, s. 16.
12 Semra Tunç (2000), "Muhibbî Dîvânında Şiir ve Şair ile İlgili Değerlendirmeler", Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 7, Konya, ss. 265283.
13 M. Nejat Sefercioğlu (2001), Nev'î Divanı'nın Tahlili, Akçağ, Ankara, s. 4-7.
14 Andreas Tietze (1977), "The Poet as Critique of Society a 16th-Century Ottoman Poem", Turcica, 9, s. 136-137 (ss. 120-160).
15 Nef'î, haz. Metin Akkuş (1993), Nef'î Divânı, Akçağ, Ankara, s. 249-252.
16 Nâbî, haz. Ali Fuat Bilkan (1997), Nâbî Dîvânı, MEB, İstanbul, s. 553.
17 Şeyh Gâlib, haz. Orhan Okay, Hüseyin Ayan (1992), Hüsn ü Aşk, Dergah, İstanbul, s. 130-140.
18 İsmet Zeki Eyuboğlu (1994), Divan Şiiri, 2, Say, İstanbul, s. 394; Sünbülzâde Vehbî / 1253 / 1837), Vehbî Dîvânı, Bolak (Süleymaniye Kütüphanesi, Darülmesnevi, no: 422), s. 11-13.
19 Nedîm, haz. Muhsin Macit (1997), Nedim Divanı, Akçağ, 69-73.
20 Tahir Üzgör (1990), Türkçe Dîvân Dîbâceleri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.
21 Meselâ, bak: Fasîh, haz. Mustafa Çıpan (2001), Fasîh Dîvânı, MEB, Ankara, s. 154-5: Sühanda hüsn-i lehce başka bir feyz-i İlâhîdür - Ki tahsîl eylemek mümkin degil sa'y ile anı.
22 Üzgör, 1990: 28.
23 Meselâ bak: Sünbülzâde Vehbî (1253 / 1837), Vehbî Dîvânı, Bolak (Süleymaniye Kütüphanesi, Darülmesnevi, no: 422), s. 11-13; Doğan, 1996: 84-88; Abdülkadir Karahan (1980), "Âlî'nin Bilinmeyen Bir Eseri: Mecma'u'l-Bahreyn'i", Eski Türk Edebiyatı İncelemeleri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul, s. 280 (275-286); Tahir Üzgör (1990), Türkçe Dîvân Dîbâceleri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, s. 27-28:
Kemâl-i şi'r kesbi mümkin olmaz bî-meded andan.
Ana minnet ki tab'-ı nazmı lutf itmiş kerem kılmış (s. 27).
Alî Şîr Nevâyî, Lisânü't-Tayr (haz. Mustafa Canpolat, TDK, 1995)'da şöyle der:
Çün kiçik yaştın mana boldı nasîb.
Nazm edâsıda hayâlât-ı garîb (s. 271).

24 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bak: Harun Tolasa (1982), "Divan şairlerinin kendi şiirleri üzerine düşünce ve değerlendirmeleri", Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 1, İzmir, 15-46.
25 Divan şairlerimizin birbirleri hakkında yaptıkları değerlendirmeler için Journal of Turkish Studies / Türklük Bilgisi Araştırmaları dergisince yayımlanacak olan "Mesnevilerde Türk Şairlerle İlgili Değerlendirmeler" ve "Mesnevilerde Teorik ve Tatbikî Tenkit" başlıklı yazılarımızla, muhtemelen Bilig dergisince yayımlanacak olan "Divan Şairlerinin Birbirleriyle İlgili Değerlendirmeleri" başlıklı makalemize bakınız.
26 Harun Tolasa (1983), Sehî, Latîfî, Âşık Çelebi Tezkirelerine Göre 16. yy.'da Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi, Ege Üniversitesi Edebiyat Fak. Yay., İzmir, s. 364-366.
27 Filiz Kılıç (1998), XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine Değerlendirmeler, Akçağ, Ankara.
25 Tezkirelerde yapılan şiir ve şair değerlendirmelerinde hemen hemen aynı kelimeler kullanılmıştır. Bu kelimeler için Tolasa ve Kılıç'ın ilgili eserlerine bakınız. Tezkireci Sehî Bey'in şair ve şiir tariflerinde kullandığı sıfatlar için bak: Günay Kut (1978), Heşt Bihişt, The Tezkire by Sehî Beg, Harvard, s. 10-11; Gazel için kullanılan sıfatlar için bak: Cem Dilçin (1986), "Divan Şiirinde Gazel", Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı II), S. 415-16-17, s. 127-131 (78-248).
26 Meselâ, bkz. Şeyh Gâlib, Naci Okçu (1993), Şeyh Galib: hayatı, edebi kişiliği, eserleri, şiirlerinin umumi tahlili ve Divanın tenkidli metni, I-II, Kültür Bakanlığı, Ankara, s. 613, 229.
27 Meselâ, bkz. Şeyhülislâm Yahya, haz. Rekin Ertem (1995), Yahya Divanı, Akçağ, Ankara,s. 141.
28 Nef'î, haz. Metin Akkuş (1993), Nef'î Divanı, Akçağ, Ankara, s. 314.
29 Meselâ, bkz. Şeyh Gâlib, haz. Okçu, 1993: 487; Şeyhülislâm Es'âd, haz. M. Nur Doğan (1997), Şeyhülislâm Es'âd ve Dîvânı, MEB, İstanbul, s. 324.
30 Şeyhülislâm Es'âd, haz. M. Nur Doğan (1997), Şeyhülislâm Es'âd ve Dîvânı, MEB, İstanbul, s. 292.
31 Sâbit, haz. Turgut Karacan (1991), Bosnalı Alâ'eddin Sâbit, Divan, Cumhuriyet Üniv. Yay., Sivas, s. 422.

32 Şeyhülislâm Es'âd, haz. Doğan, 1997: s. 159, 195.
33 Sâbit, haz. Karacan, 1991: 384.
34 Nedîm, haz. Macit: 1997: 72.
35 Nef'î, haz. Akkuş, 1993: 33.
36 Bazı sanatlar Osmanlı Türkçesinin kendi bünyesinde hazır olarak bulunmaktadır. Şair özel bir gayret sarf etmeden veya adını bilmeden birçok mecaz ve istiâreleri kullanabilir.
37 Sefercioğlu, 2001: 5.
38 Mine Mengi divan şiirinde kullanılan şiir terminolojisinin bugün unutulduğunu "cemiyet" örneği ile vurgularken [Mine Mengi (2000), "Fuzûlî'nin Şiirlerinde Cemiyetli Söz Kullanımı", Divan Şiiri Yazıları, Akçağ, Ankara, s. 104], Mustafa İsen tezkirelerdeki şair değerlendirmelerinde ortak bir terminolojinin kullanıldığını ve bu terminolojinin "modern eleştiri kavramlarıyla ilişkilerini ortaya koymak" gerektiğini söyler [Mustafa İsen (2000), "Tezkireler Sadece Biyografi Kaynakları Değil Aynı Zamanda Eleştiri Tarihimizin de Kaynaklarıdır", İlmî Araştırmalar, 10, s. 158-159 (157-160) ]. Namık Açıkgöz de bir makalesinde divanlarda ve tezkirelerde karşılaştığımız "âb-dâr" terimi üzerinde yoğunlaşır [Namık Açıkgöz (2000), "Klâsik Türk Şiiri Tenkid Terminolojisi ve "Âb-dâr" Örneği", Türk Kültürü ve İncelemeleri Dergisi, 2, s. 149-60].
39 Fehîm, haz. Tahir Üzgör (1991), Fehîm-i Kadîm Divanı: hayatı, sanatı, Dîvân'ı ve metnin bugünkü Türkçesi, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara, s. 386.
40 İshak Çelebi, haz. Mehmed Çavuşoğlu, M. Ali Tanyeri (1989), Üsküplü İshak Çelebi, Dîvan: Tenkidli Basım, İstanbul 1989, s. 207:
Nazmun dilersen okına makbûl-i halk ola.
Sâfî Necâtî şi'ri gibi pür-mesel gerek (Mevlânâ İshak).

41 Nâbî, haz. Ali Fuat Bilkan, Nâbî Dîvânı, MEB, İstanbul 1997, s. 983, 987.
42 "İrsâl-ı mesel" tabirini Ziya Paşa, Harâbât'ta Nâbî'nin şiirlerini değerlendirirken kullanmaktadır (Mengi, 1990: 31).
43 Şeyh Gâlib, haz. Okçu, 1993: 568.
44 Ca'fer Çelebi, haz. Necâtî Sungur (1998), "Tâcî-zâde Ca'fer Çelebi'nin Heves-nâme'si: inceleme-tenkitli metin", basılmamış doktora tezi, Ankara Üniversitesi, s. 245.
45 Bâkî, haz. Sabahattin Küçük (1994), Bâkî Dîvânı, TDK, Ankara, 1994, s. 214.
46 Mehmed Çavuşoğlu (1999), "Divan Şiiri", Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler, haz. Mehmet Kalpaklı, YKY, s. 195.
47 Ali Nihat Tarlan (1990), "Divan Edebiyatında San'at Telâkkisi", Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan'ın Makalelerinden Seçmeler, AKM, Ankara, s. 74.
48 Nef'î, haz. Akkuş, 1993: 32.
49 Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa İsen (1997), "Divan Şairlerinin Meslekî Konumları", Ötelerden Bir Ses, Akçağ, Ankara, s. 221-229.
50 Sâbit, haz. Karacan, 1991: 265.
51 Ferit Devellioğlu (1986), Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara, s. 708.
52 Şahin Baranoğlu (2000), "Dil, Mecaz ve Gramer", Journal of Turkish Studies / Türklük Bilgisi Araştırmaları, 24 (Harvard), s. 67-68 (65-76).
53 Edirneli Nazmî, haz. M. Fatih Köksal (2001), Mecma'u'l-Nezâ'ir (İnceleme-Tenkitli Metin), 3. Cilt, Hacettepe Üniversitesi, Ankara, s. 2781.
54 Edirneli Nazmî, haz. Köksal, 2001: 351.
55 Tolasa, 1982: 25.
56 Mesîhî, haz. Mine Mengi (1995), Mesîhî Dîvânı, AKM, Ankara, s. 315.
57 Edirneli Nazmî, haz. Köksal, 2001: 2626.
58 Yetiş, 1996: 264.
59 Ali Nihat Tarlan (1981), Edebiyat Meseleleri, Ötüken, İstanbul, s. 167.
60 Yetiş, 1996: 263.
61 Yetiş, 1996: 264.
62 Fatih Köksal (1996), "Yenipazarlı Vâlî'nin Hüsn ü Dil Mesnevisi; İnceleme - Metin -Sözlük", Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri, s. 215.

63 Nâbî, haz. Bilkan, 1997: 1083.
64 Onay, haz. Kurnaz, 1992: 430.
65 Şeyhülislâm Es'âd, haz. M. Nur Doğan (1997), Şeyhülislâm Es'âd ve Dîvânı, MEB, İstanbul, s. 168, 169, 257, 324.
66 Mine Mengi (1991), Divan Şiirinde Hikemî Tarzın Büyük Temsilcisi Nâbî, AKM, Ankara, s.37.
67 Fehîm, haz. Üzgör, 1991: 400-4001.
68 Mezâkî, haz. Ahmet Mermer (1991), Mezâkî: hayatı edebî kişiliği ve Dîvânı'nın tenkidli metni, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara, s. 459.
69 Ayrıntılı bilgi için "Mesnevilerde Teorik ve Tatbikî Tenkit" başlıklı Journal of Turkish Studies / Türklük Bilgisi Araştırmaları'nda yayımlanması plânlanan yazımıza bakınız.
70 Şeyhülislâm Es'ad, haz. Doğan, 1997: 283.
71 Kanaatimce "isti'ârât ile" ifadesi hem vezin hem de mana gereği "isti'ârâtıyla" olarak okunmalıdır.
72 Hikmet Feridun Güven (1997), Klasik Türk Şiirinde Hiciv, basılmamış doktora tezi, Gazi Üniversitesi, s. 191.
73 Bilindiği gibi, büyü İslâmiyette haramdır, fakat güzel sözle karşıdakini büyülemek (etkilemek) helâldir. Dolayısıyla etkileyici şiir için sihr-i helâl tabiri kullanılmıştır (Bkz. Mehmed Çavuşoğlu (1983), Yahya Bey ve Dîvânından Örnekler, KTB, Ankara, s. 60).
71 Sihr-i helâl'in bu anlamda kullanımına divan şiirinde nispeten sıkça rastlamaktayız.
72 Tolasa, 1982: 21.
73 Mehmed Çavuşoğlu (1983), Yahya Bey ve Dîvânından Örnekler, KTB, Ankara, s. 60.

74 Nef'î, haz. Akkuş, 1993: 218.
75 İhâm ve tevriye konusunda, "Edebî Sanatlardan îhâmın Tanım Problemleri Üzerine Düşünceler" başlığı ile Türk Dili'nin 2001 Aralık sayısında yayımlanması plânlanan makalemize bakınız.
76 Kazvînî, haz. Yanık vd. trhsiz, s. 134; Saraç, 2000: 177; Akdemir, 1999: 114; Reşîd (1328), Nazariyyât-ı Edebiyye, İstanbul, s. 255.
77 Bkz. Tolasa, 1983: 363-366; Filiz Kılıç (1998), XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine Değerlendirmeler, Akçağ, Ankara, s. 270, 284, 287, 291.
78 Şeyh Gâlib, haz. Muhsin Kalkışım (1994), Şeyh Gâlib Dîvânı, Akçağ, Ankara, s. 431.
79 Şeyh Gâlib, haz. Okay, Ayan (1992): 40.
80 Sünbülzâde Vehbî (1300 / 1882), Tuhfe-i Vehbî, Es'ad Matbaası, İstanbul, s. 9.
81 İhâm kelimesinin kök veya sözlük anlamıyla kullanıldığı başka bir mısra Koca Râgıb Paşa'ya aiittir: "Miyân-ı güft-ü-gûda bed-meniş îhâm ider kubhun".
82 Edirneli Nazmî, haz. Köksal, 2001: 1535.
 

Konu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst